Korkuyor muyum? Evet. Tedirgin miyim? Hem de nasıl. Ama aynı zamanda merak da ediyorum. Aylardır İran’da var olan kadınların mücadelesinin yanı sıra o kadim toprakları ve dünyanın ikinci en büyük meydanı olan Nakş-ı Cihanı görmek istiyorum. “Bu meydanı görmeden ölmeyiniz!” diyen İlbey Ortaylı’nın sözlerine kulak verip bunu gerçekleştirmeyi düşlüyorum.
İşte bu yüzden 2 saat rötar yapan uçağı ve kanat üzerine denk gelen koltuğumu görmezden geliyorum. İşin sonunda yılların merakı ve hayali var ne de olsa.
Günün geç saatlerinde vardığım Tahran, tıpkı öncesinde okuduğum gibi kalabalık, gürültülü ve ufuk çizgisi görünmeyecek kadar kirli. Sebebi ise tüm ülkenin nüfusunun dörtte birinin burada yaşıyor olması ve taşıt fazlalığı.
Tabi biz bunlara çok aldırmadan ilk yöresel yemeğimizi (Mirzagasemi yani közlenmiş patlıcan üzerine sos) ve kutu ayranı (gazlı ve naneli) tadarak dinlenmeye geçiyoruz.
Sıcak bir gecenin sonunda enfes bir kahvaltıya uyanıyorum. Mercimek çorbası İranlılar için vazgeçilmez kahvaltılık, benim içinse yumurta! Lavaş benzeri ekmekleri ve doğal reçelleri de pek hoş oluyor doğrusu. Hayır, seyahatlerde hele ki yeni yerler ve tatlar keşfinde diyetten bahsetmek yok!
İlk durağımız Gülistan Sarayı; Gül Bahçesi Sarayı.
Mimarlık ve el sanatları alanlarındaki köklü Pers kültürünün Batı tekniği ve mimarisi ile birleştiği 400 yıllık bir başyapıt. UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’nde ve Kaçar Hanedanlığının Tahran’a kazandırdığı en güzel miras. Bu şehre gelindiğinde mutlaka görülmesi gereken bu sarayın ihtişamı karşısında gözlerim kamaşıyor. Her bölümünde ve salonlarında ayrı ayrı şaşırıyorum çinilerin, renklerin ve aynaların dansı karşısında.
İlk olarak Mermer Tahtlı Arz Odası (Takht-e Marmar) etkiliyor beni. Mermer tahtın üzerindeki motifler bir yana rengarenk vitraylar ve Fransa’dan getirilirken kırıldığı için ziyan edilmeyip duvar süslemesi olarak kullanılan ayna parçalı kemerler, sütunlar.
Sonra da bir oda var ki hala bozulmadan günümüze kadar gelebilmesi ile ilgimi çekiyor. İran Şahı Rıza Şah’ın ve oğlu Muhammed Rıza Pehlevi’nin taç giyme töreninin de yapıldığı Aynalı Salon. Hatta şöyle ki iki taht da tüm görkemi ile hala yerlerini koruyor. Biri güneş tahtı, diğeri de tavus kuşu tahtı.
Kimler gelmiş kimler geçmiş bu saraydan?
Önce Safeviler, sonra Zendler, Kaçarlar ve en son Pehleviler…
Ama bunca kral ve hükümdarların arasında en çok Nasıreddin Şah (1848-1896) kalıyor aklımda. Sebep mi? Kedi sevmesi ve 85 tane sevgilisinin yanı sıra İran’daki ilk seyyah olması… Moskova’ya ziyaretinde fotoğraf makinesini öğrenip ülkesine getirmesi de benim açımdan diğer ilgi çekici konu.
Bol havuzlu bu sarayın yemyeşil bahçesinin dış duvarları da çinilerle bezenmiş. Özellikle turkuaz ve sarı rengin hâkim olduğu fonda ben de ortama uyum sağlıyorum.
Veee buradan Tahran’ın diğer simgesine geçiyoruz. Farsça adıyla Borj e Azadi olarak da bilinen Azadi Özgürlük Kulesi, Tahran şehrinin Batı girişinde bulunan, kendisiyle aynı adı taşıyan Azadi (Özgürlük) Meydanı’nda bulunan, İran’ın en önemli mimari yapılarından bir tanesi.
Pers İmparatorluğu’nun 2500. yılı anısına 1971 yılında inşa edilen bina, zamanla İran halkının en değer verdiği yapılardan biri haline gelmiş. Özgürlük Meydanı, İran’ın Nakş-ı Cihan’dan sonra en büyük ikinci meydan olmasının yanı sıra ülkede gerçekleşen birçok toplumsal olaya ev sahipliği yaptığından politik açıdan da değeri büyük ve İran halkının gözünde milli bir değere sahip.
Biz de özünde anaerkil bir topluma sahip olan bu ülkenin özgürlük meydanında, özgürlük kulesinin önünde özgürce pozumuzu veriyoruz. Tüm kadınlara gelsin…
Zen, Zendegi, Azadi… Kadın, hayat, özgürlük…
Cam ve Seramik müzesinde de ruhumuzu güzel eserlerle dinlendirdikten sonra ver elini İran’ın baş tacı İsfahan…
Çorak, kırmızı, yeşilsiz, ağaçsız, suya susamış toprakları seyrede seyrede 4-5 saat yol aldıktan sonra nihayet gözümüzü gönlümüzü açan o dünyaca ünlü Nakş-ı Cihan meydanında alıyoruz soluğu. Tam Türkçesiyle ‘Dünya’nın Resmi Meydanı’…
Pers mavisi gökyüzü tam da bu topraklara uygun bir renge bürünmüş. Öyle büyük bir alan ki deklanşöre her bastığımda bir tarafı eksik kalıyor. Meydanı, bir fotoğraf karesine sığdırmak imkânsız. Sayısız kere dönüyorum kendi etrafımda. Her defasında gördüğüm kubbemsi pencereli, iki katlı dört tarafı saran kervansarayı beynime kazıyarak, duyduğum at arabalarının tekerlek ve nal sesleri kulağımda yankılanırken etraftaki baharat, kumaş ve halı kokuları eşliğinde tenimi okşayan ılık rüzgâra bırakıyorum kendimi. Aldığım tat, tarifsiz!
En nihayetinde içime sindiğinde gördüklerim, acıktığım geliyor aklıma. Dünyanın en büyük 2. Meydanının etrafındaki pazar alanından geçerek öyle enfes bir restorana geliyoruz ki yine ağzım açık kalıyor. Bir an restorana değil de bir başka saraya geldik sanıyorum. Hele bahçesindeki peyzaj ve o rengarenk çiçekler, müthiş. Bir de yanan ateşin başındaki masada yemek yiyince benden mutlusu yok. Namakdoon yani Tuzluk anlamındaki bu mekâna bayılıyorum.
Heh gelelim İran yöresel sofrasındaki bazı lezzetlere. Basmati pirincinden safranlı pilav, birinci sırada.
Her yemekte mutlaka bulunuyor. Sıklıkla etin yanında servis ediliyor ki bu et genelde ızgara şiş oluyor. Ya da pilavın içine et giriyor. Yine safranlı ve baharatlı. Aslına bakarsak İran’da et ve pilav ayrılmaz bir ikili. Ben de bu coğrafyada bulunan bu iki nimetin de tadını çıkarıyorum. Ya da tadını çıkara çıkara yiyorum mu demeliydim :)
O gece İsfahan’daki otelimizde sert döşekle sert yastıkta yatmış olsam da midemin tokluğu beni uyutuyor. Sabaha ise yine sütlü kahve ve yumurta çeşitlerine uyanıyorum. Dinlenip kahvaltı ettiysek sıra İsfahan’daki diğer görülmesi gereken eserlerde.
Ama önce tekrar Nakş-ı Cihan: hem gündüz gözüyle görmeli hem de oradaki değerli eserlere bir göz gezdirmeli.
Meydana kapısı açılan Abbasi Camisinden başlayalım önce. Diğer adıyla Mescid-i Şah veya İmam Cami.
Yanında pek ufak kalan mevcudiyetim, bana yeniden cürmümün küçüklüğünü hatırlatsa da devasa boyuttaki çini işlenmiş heybetli kapı pek hoşgörülü ve davetkar.
Salınarak içeriye girdiğimde asıl güzelliğin ve görkemin içerde olduğunu görmek ise şaşırtıyor beni. Hele ki mukarnasın altındaki sesin etrafa yayılma özelliği büyülüyor zihnimi. Bu alanda çıt çıksa karşı taraftan aynı şiddette duyulması inanılmaz bir bilim ve sanat sentezi. Göz alıcı renkleriyle hat sanatı süslemeleri ve çinilerinin yanı sıra 49 farklı tonda oluşan ekosuyla inanılmaz iç akustiği. Hayran olmamak elde değil.
Oradan hop Ali Kapı (Gapu) Sarayına geçiyoruz. (Maalesef gece fotoğrafı var)
Burası Safevilerin imparatorluk sarayı ve aynı zamanda Nakş-ı Cihan’a giriş kapısı. Geniş terasına çıktığımda bir zamanlar buradan, meydandaki kutlamaları, bayramları, gösterileri, at yarışlarını ve aynı zamanda Türk oyunu olan Çevgen yani diğer adıyla Polo oyunlarını seyreden şahlar gibi hissediyorum kendimi. Hızla akan bu aceleci zamanın içinde kaybolarak kısa bir an için tersine çevirip binlerce yıl öncesine gidiyorum. Atın üstündeki oyuncuların ellerindeki sopalarla topu minik daireden geçirmek için çabalarını görür gibi oluyorum bir an.
Bu duygu ve düşünceyle meydanın etrafındaki pazarı dolaşıyorum. Önce bakır işleyen zanaatçıları izleyip sonra da kanun, saz ve tombek çalan müzisyenleri dinliyorum mest olarak. Melodiler çok hoş, direkt ruha ve kalbe işliyor.
Ardından halı dükkanına dalıyorum. E İran halıları pek meşhur. Renk renk, desen desen, ipek, kaşmir, yün, kürt, yörük halısı derken İran’a özgü motiflere sahip bir tanesinde karar kılıyorum.
Zanaat, müzik, halı derken bir kahveyi hak ediyoruz sanırım? Antika dükkanını andıran, tavanında bol bol, model model eski kandillerden oluşan bu nostaljik mekânda, keyifle oturup içiyorum mis kokulu lezzeti.
Hafiften bir yağmur çiselese de sıradaki rotamıza ilerliyoruz. Şah Abbas tarafından 16. yüzyılda yaptırılan Çehel Sütun Sarayına şemsiyeli bir giriş yapıyoruz.
Farsçadaki ‘Çehel’in Türkçedeki karşılığı ise ‘40’, yani Kırk Sütun Sarayı. Aslında verandasında 20 sütun olan bu köşk, havuza yansımaları ile birlikte 40 tane olduğundan böyle deniyor.
Havuzu çevreleyen muhafız heykelleri, sarayın korunaklı olduğunu, aslan statüleri ise gücü ve görkemi temsil ediyor. Ben de geniş bir bahçeye ve ihtişamlı bir mimariye sahip olan bu UNESCO koruması altındaki sarayın önünde nasılsa eğlence ve ziyaretler için inşa edilmiş deyip kendimce keyifli anlar yaşıyorum.
Sarayla ilgili aklımda kalan ise içerdeki dev Çaldıran Savaşı tablosu. Anlamadığım şu ki; bir millet niçin kesin bir yenilgiye uğradığı bir savaşın tablosunu yaptırıp boy boy her yerde sergiler ki? Hele ki böylesi heybetli ve mimari açıdan zengin bir sarayın koca duvarını kaplayacak şekilde niçin var olsun ki? Çok ilginç.
Daha buna olan şaşkınlığım geçmeden kendimi Ermeni mahallesinde ve Vank Katedralinde buluyorum.
Dinler arası geçişte zorlansam da ortama ayak uydurmaya çalışıyorum. Meğer Şah Abbas 16. yyda Ermenilere kucak açmış ve dinlerini, ibadetlerini istedikleri gibi yaşamalarına izin vermiş. Böylece onlardan hem ticaret hem de sanat konusunda fikir almış olmalılar ki Vank katedralinin kültürler arası ihtişamlı mimarisi ortaya çıkmış. Duvarlardaki fresk ve resimler dinlerin nasıl iç içe girdiğini bana çok güzel yansıtıyor.
O dinden bu dine derken gelelim Zerdüştlük’e; M.Ö. 6 yüzyılda Pers İmparatorluğu dönemine denk gelen inanış, düalist örnekleri de barındıran dünyada ilk tek tanrılı dindir. Zerdüşt Peygamber ile doğduğuna ve Tanrılarının ise Ahura Mazda olup öldükten sonra karşısında hesap verileceğine inanılır.
Zerdüştiler için hava, su, toprak ve ateş kutsaldır. Bu dört elemente çok değer verip kirletmemeye özen gösterirler. O yüzden ölülerinin necis yani kirli olduğunu ve toprağı da kirleteceğini düşündüklerinden onları gömmezler. Ateşi de kirletmemesi için yakmazlar da. Daha sonra Yezd şehrinde göreceğimiz kulelerde kuşlar tarafından yenmek üzere bırakılırlar. Son olarak kutsal kitaplarının da Avesta olduğunu söyleyip İsfahan’daki bir ateş tapınaklarını ziyaret edelim.
Kapılarının başındaki Ahura Mazda amblemi olan tapınağa girelim bakalım.
Ayakkabılarımı çıkarıp oradaki terliklerden giyerek ilerlediğim salonun tam karşısında söndürmemeye özen gösterdikleri bir ateş bulunuyor.
Işık onlar için çok önemli olduğundan ateş de değerli görülüyor o yüzden. Salonun tam ortasındaki karşı duvarda ise Zerdüşt peygamberin ‘Tanrı birdir.’ dediği ve parmağı ile işaret ettiği tablo yer alıyor.
Tüm inanışlara saygı duyan ben burayı da olduğu gibi kabullenip yeni bilgiler edinip sessizce ayrılıyorum. Aklımda kalan tek şey ise Tek Tanrılı din inancının bu kadar eskiye dayanıyor olması.
Bu kadar yeni bilgi ve şaşkınlık yaratan eserlerden sonra sıra geliyor midemizin sesine kulak vermeye. Yol kenarındaki bir restoranın önüne atılan mangalları ve üzerindeki etleri görünce ağzımın suyu akıyor tabi. Açlık başıma vurmuş olmalı ki böbrek siparişinin yanı sıra yağ şiş istiyorum. Hadi böbreği anlıyorum da yağ ne ya? Aaa öyle demeyin, inanılmaz lezzetli. Demediyseniz çok şey kaybetmişsinizdir.
Yerden biraz yüksekçe olan sedirde yer sofrasında yiyoruz bir de yemeğimizi. Yanına yine gazlı, naneli ayran. Off mis 😊
Dedim ya kalbime giden yol midemden geçiyor diye. Midem bayram edince başlıyor bende de bir şenlik havası. Belki yaş aldıkça daha bir keyifli oluyordur yemek yemek. Ama üstüne bir de Zayende nehri üzerindeki en zarif köprü olan Khaju’ya doğru hurma rakısı yudumlamak bambaşka bir ambiyans, bambaşka bir boyut. Sarı ışıklarla bezenmiş dantelimsi köprünün suya olan aksini seyrederken, arka fonda çalan Pers imparatorluğunun Farsça ezgileri alıp götürüyor beni. O andan sonra rakıya bile gerek yok. Bu ortam bu manzara zaten sarhoş ediyor insanı.
Burada büyülü anlar yaşayınca, bu nehir üzerindeki 10-15 köprüden biri olan Si-O-Se Pol’e yani 33 gözlü köprüye gitmeye gerek bile görmüyoruz. Onun yerine Khaju’da daha çok zaman geçirip altın bir kemer altında Venüs’ü ve onun güzelliğini izliyoruz.
Bu kadim topraklarda birçok dine ev sahipliği yapan, büyüleyici güzellikte şaheserleri içinde barındıran Pers İmparatorluğu’nun izleri üzerinde nefes almak, safir mavisi gökyüzünün şefkatli kollarında uyumak bana bütün kaygılarımı unutturuyor.
Ertesi sabah daha bir dinlenmiş ve yenilenmiş olarak başlıyorum güne. Ve bu güzel günde İsfahan’dan ayrılmadan önce görmek istediğim son yer, Selçuklular devrinde camilerin en büyüğü ve en güzeli olarak vasıflandırılan Ulu Cami yahut Mesci-i Cuma, yani Sultan Melikşah dönemine ait eser!
Tarihi, Sasanilere ve Zerdüştlere kadar uzanan bu ibadet alanı, bir zamanlar ateş tapınağı olarak kullanılsa da 11. yüzyılda Selçuklular’ın geometrik zarafetini katarak inşa etmesiyle dünyanın hem ilk dört Eyvanlı camisi hem de İran’ın en büyük camisi unvanını alıyor.
Daha sonra gelen Moğollar, Muzafferiler, Timur Devleti, Safeviler, o zamanın ihtiyacına, dini nedenlere, politik heveslere, estetik zevklerdeki değişime göre birçok ekleme ya da modifikasyon yapmış.
Şu anda bir kısmı hala bir cami olarak kullanılsa da asıl güney ve kuzey kubbesi 900 yıl birçok depreme rağmen hasar almadan dimdik ayakta ve sapasağlam kalabilmiş. Güney olanı, Melikşah’ın meşhur veziri Nizam-ül Mülk, kuzey olanı da onun rakibi Tacülmülk tarafından yapılmış.
Beni ise en çok caminin içerisindeki minik üst pencerelerden ışığın süzülüşü ve alanı aydınlatma şekli etkiliyor.
Güneş ışınlarının kırılma ve yansıma biçimleri. Belki de ışık oyunları…
Bir diğer muazzam olan durumsa mukarnaslar, öyle inanılmaz öyle muhteşemler ki…
İçerdekilerin hepsi birbirinden farklı olması da çok ilginç. En tabi olarak da dışardaki mukarnas. Muazzam … tek kelimeyle fevkalade. Safevilerin izleri… Mukarnaslar onların eseri. Bir efsane bırakmışlar resmen.
Bu görkemli ve ihtişamlı yapıdan gözlerimi ayırıp yolumuza devam ederken de Şah Abbas’ın çevgen oynayan heykeli ile karşılaşıyoruz. Aslında bir Türk oyunu olan Polo’yu anlaşılan çok sevmişler.
Selçukluların hanedanlığında İsfahan başkent iken dönemin kullanılan ana meydanına geliyoruz: İmam Ali Meydanı. Burası bir zamanlar tüm iş ve sosyal hayatın merkeziymiş. Şimdi bir ayak izi de ben bırakıyorum.
İsfahan’a veda etmeden önce Abbasi hotelde bir kahve içip minik bir mola veriyoruz.
Ardından ver elini Şiraz! Sadi’nin ve Hafız’ın şehri Şiraz! Edebiyatın, şiirin ve bilimin kenti Şiraz!
Şiraz’a uzanan yolda çiçek açmış şeftali bahçeleri görünce dayanamıyorum. Bileğimdeki marteniçkayı, bir sürü dua ve dilekle, hem de dostlarımın şahitliği ile ağacın dalına bağlıyorum. Böylece bu seneki marteniçkam İran’ın şeftali bahçelerine gitmiş oluyor. Umarım dileklerimiz kabul olur!
Bu kadar uzun yazmama rağmen henüz İran’daki ilk 2 günü anca tamamlayabiliyorum. Önümüzdeki yazıda Şiraz’ı ve Yezd’i anlatacağım. Buna rağmen Kaşan eksik kalacak. Öyle güzel öyle dolu topraklar ki inanılmaz bir enerji hissediyorum, etkilenmemek, büyülenmemek mümkün değil.
Bu iki günde ziyaret ettiklerimizin özeti:
Tahran:
1. Gülistan Sarayı
2. Azadi Kulesi
İsfahan:
1. Nakş-ı Cihan Meydanı
2. Mescid-i Şah (Abbasi Camisi)
3. Ali Kapı
4. İsfahan Pazarı (Nakş-ı Cihan meydanı etrafındaki)
5. 40 sütun sarayı
6. Ermeni mahallesi
7. Vank katedrali
8. Zerdüştlük Ateş tapınağı
9. Zayende nehri
10. Khaju köprüsü
11. Mescid-i Cuma (Ulu Cami)
12. İmam Ali Meydanı
13. Abbasi Hotel
Pers İmparatorluğunun Persepolis’i ve Zerdüştlerin sessizlik kuleleri bir dahaki yazıda olacak.
Bu kadim topraklardan, bu muhteşem, egzotik ve gizemli coğrafyadan şimdilik hoşçakalın…
Burası bambaşka bir dünya…
Sıradaki yazıda görüşmek üzere…
Merhaba Nuray hanım,
Zengin tarihî ve kültürel dokuya sahip bir ülke olan İran, a yapmış olduğunuz seyahatiniz sırasındaki gözlemlerinizi, öğrenimlerinizi daha önceki yazılarınızda olduğu gibi tüm detaylarıyla bizlere çok güzel anlatmışsınız, bu kadar süre içinde çok zengin bilgiye sahip olup bunu bizlere anlatabilmeniz, yansıtabilmeniz büyük bir yetenek işi, sayenizde gidemediğimiz coğrafyalar hakkında bilgi sahibi oluyoruz, sizi tebrik ediyor ve teşekkür ediyoruz, ayrıca iyi seyahatler, iyi seyirler diliyoruz 🙏👏👏👏