Çoğumuzun hayaliymiş meğer Küba! Puro’nun, rom’un, müziğin ve dansın ülkesini görmek! Devrim’in izlerini sürmek! Che Guevara ve Fidel Castro’yu yerinde tanıyabilmek…
Elbette uzun yıllardır benim de hayallerimi süsledi bu enteresan ülke. Ve işte şu an gerçek olduğuna inanamıyorum; uçağın penceresinden yavaş yavaş aydınlanan gökyüzünü izlerken.
Tam 13 saatlik hava yolculuğundan sonra Amerika Kıtasındaki Karayip Denizi’nin ortasındaki en büyük adaya iniyor olmak epey heyecan verici.
Uçağın tekerlekleri zemine temas ettiğinde ise kalbim yerinden çıkacak gibi. Hava aracından inip körükte yürümeye başladığımda ise herkesin aksine 10 saat uyuyabilmiş olmanın verdiği dinçlikle bu yeni ülkeyi keşfetmeye hazırım!
Çok gariptir ki havaalanından dışarıya çıkar çıkmaz şöyle durup derin nefes alarak bu toprakları tanımaya çalıştığımda ilk hissettiğim şey közlenmiş biber kokusu :)
Yok artık ne alaka! Palmiye ağaçlarına ve yapraklarına bakıp gülümsüyorum. Olabilir mi? Zihin işte!
Özellikle internet için önceden online formunu doldurup 1 aylık satın aldığımız telefon hattı için uzun uzun beklesek de yavaş ilerleyen sisteme ayak uydurmak için iyi bir alıştırma diye düşünüyorum.
İnternetimiz de olduğuna göre ver elini Kübaaaa!
Havaalanına indiğimiz başkent Havana ilk durağımız!
Eski şehirde kalacağımız Casalarımıza yerleşiyoruz önce. Casa, otel seçeneğinin çok olmadığı bu ülkede, alışılmış bir konaklama çeşidi. Burada yaşayan insanların evlerinin bir bölümünü kiraya verdiği odalar manasında.
Habana Vieja ya da Eski Şehir ise Havana’nın eski caddeleri ve evlerinin olduğu kısım. Sulukule Balat havasında, evlerin boyalarının, kerpiçlerinin döküldüğü insanların balkonlarda ve kapı önlerinde daha doğrusu sokakta yaşadığı enteresan bir yer.
Başıma bir şey gelir mi korkusuyla ilerlediğim bu mahalleye birkaç günde alışmak, su birikintileri ve çamurları olağan karşılamak, her köşe başında olan insan kuyruklarını ise sıradan bulmak, beni de şaşırtsa da tam olarak olan şey bu işte; olduğum yere ayak uydurmak ya da bu düzen içinde kaybolmak!
Zamanın 1959’da durduğunu gördüğüm bu sokaklarda, bu mahallede, bu şehirde o tarihlere ait Amerikan arabaları ile dolaşmak ise apayrı bir macera.
Renk renk, model model, üstü açık bu antikalarla, rüzgârı yüzümde, tenimde, saçlarımda hissederken, bir yanda Karayip denizi, bir yanda Devrimin izleri eşliğinde zamanda yolculuk yapıyorum adeta.
Ve kimi yeni kimi eski sokakları, caddeleri geçerek Plaza de la Revolucion ‘Devrim Meydanı’na geliyoruz…
Elbette iki büyük devrimcinin portreleri asılı bu alanda. Fidel, ekonomik gücüne rağmen kardeşi ile beraber Batista’nın diktatör rejimine karşı savaşmış. Bu normal geliyor da ya Che Guevara?
Bir insan düşünün; Arjantin’de doğuyor ama sonra özgürlükleri için Küba’da, Meksika’da, Bolivya’da, Guatemala’da, Kongo’da savaşıyor. Hatta Küba’da devrim yapıp o ülkenin önce vatandaşı sonra da bakanı oluyor. Bu nasıl bir duygu? Nasıl bir dünya ve insan sevgisi? Haksızlıklara karşı ezilen halkın yanında duruşu, millet ve ırk ayrımı yapmadan onlar için savaşması…
Ama belki de bu soruların cevabı, Che’nin tıp fakültesini okurken motosikletle yaptığı Latin Amerika turunda gizlidir. Bu gezi esnasında yerel halkı, düşkün insanları ve sömürgeciliği yakından görmüş, onları hissetmiş ardından devrim kararı almıştır. Kim bilir belki de doktor oluşu, din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin gösterdiği bu kucaklayıcı insan sevgisinin nedenidir. Ya da belki tüm bu unsurlar bir araya gelmiş ve onu tanıdığımız, bildiğimiz CHE yapmıştır. Sebep her ne olursa olsun böylesine idealist, böylesine sıradışı, böylesine sosyalist devrimci bir insan yaşadı bu topraklarda ve şimdi de tüm insanların kalplerinde yaşamaya devam ediyor…
Ben bu derin düşünceler ile boğuşurken bu meydanda birkaç anı fotoğrafı alarak devam ediyoruz havalı turumuza.
Az sonra Havana Üniversitesi önünden de geçtikten sonra Malecon’a geliyoruz. Deniz kenarındaki bu bilindik caddede başımdaki kurdeleyi çıkarıp rüzgârın saçlarımın arasında dolaşmasına ve onları okşamasına izin veriyorum. Hareketli salsa şarkıları
eşliğinde dans eden ruhumla karmakarışık düşüncelerin yer aldığı zihnimle ve büyük keyif alıp çok mutlu olmuş kalbimle iniyorum arabadan turun sonunda.
Aslında baştan başlamalı Havana’yı anlatmaya! Daha yakından tanıyıp görmeli kendisini! La Habana!
Bu şehir 4 bölümden oluşuyor.
1. Habana Vieja(Eski Havana): İspanyolların şehri kurmaya başladıkları, turizmin kalbi olan yer.
2. Habana Centro: Zenginlik timsali El Capitolio’nun olduğu bölge. Eski havana ile iç içe.
3. Vedado: Şehre daha sonraki yıllarda (1930 sonrası) eklenen yerleşim bölgesi. Devrim öncesinde Küba, Amerika’nın arka bahçesiyken dönemin en popüler kulüp ve kumarhanelerinin bulunduğu ve zenginlerin takıldığı mahalle.
4. Parque Militar: Eski Havana’nın devamı olsa da şehirle arasına koy girdiği için ayrı düşünülmesi daha uygun olur.
Bizse bugün bizim mahalledeki casa tipi otelimizden Habana Vieja’yı keşfe çıkacağız.
Habana Centro bölgesinden Vieja’ya geçmeden önce Hotel İnglaterra’nın yanından yürüyüp öpüşen sevgililer heykelinin ötesindeki Parque Central (Central Park)’i görünce heyecanlanıyorum. Burada birçok müzisyen ve dans eden insanlar olacağı konusunda epey duyum almıştım zira.
Hemen yolun karşısına geçip sağa sola bakınıyorum ama nafile. Belki gündüz ve çok sıcak olduğundandır deyip karşıdaki neo klasik arabalara kayıyor ilgim.
Renklerine, tarzlarına bayıldığım bu açık hava müzesinin en nadide parçaları, beni 60 yıl geriye götürüyor. O dönemlere ait bir Amerikan film setindeyim duygusunu bir türlü atamıyorum içimden. 17 günlük gezinin gerek ilk 4 gününde gerekse son 2 gününde Havana’da kaldığım süre zarfında hep aynı hisle dolaşıyorum. Hatta ve hatta daha sonra anlatacağım Vinales, Trinidad ve Varadero için de aynı duygu geçerli. Özetle Küba’da hissettiğim, gerçek yaşamın dışında bir varoluşçuluk, bir zaman kayması.
Başımı sola çevirdiğimde ise buranın mihenk taşlarından biri olan El Capitolio’yu görüyorum.
ABD Capitol Binası’nın (Beyaz Saray) bir benzeri olarak inşa edilip 1926’da Küba Başkanlık Sarayı olarak açılsa da zamanın durduğu o tarihten bu yana yani 1959’dan beri Küba Bilim Akademisi ile Bilim ve Çevre Bakanlığı olarak hizmet veriyor.
Aslında 1. Dünya Savaşından etkilenmeyen Küba, tam tersine bu dönemde ihracattan kazandıklarıyla şeker zengini olup bunu nasıl değerlendireceğini şaşırıp bol keseden attığı dönemin hatırası gibi geliyor bana. Her ne kadar içinde İtalyan Heykeltraş Angelo Zanelli tarafından yapılan değerli sanatsal çalışmalar olsa da fazla gösterişli kanımca. Şimdiki fakir halkın baktıkça sorgulayacağı. Ama sonuçta bir zamanlar olan varlıklı dönemin simgesi.
Amaann kınımdan fırlayan eleştiri oklarını derhal yerine koyarak eski Havana’nın en uzun caddesi Obispo ‘ya yöneliyorum.
Parque Central’den Plaza de Armas’a kadar uzanan caddenin başında Amerikalı yazar Hemingway’in çok sevdiği bar olan Floridita’ya uğramayı ise sonraya bırakarak devam ediyorum. Şehrin kurulduğu tarihten sadece dört yıl sonra 1519’da oluşturulan Calle Obispo, araç trafiğine kapalı, yalnızca yayalar için bir sokak ve içinde sanat galerileri, mağazalar, barlar, restoran ve kafeler bulunuyor. Binaların nispeten daha bakımlı, boyaların daha renkli olduğu bu cadde, epey hareketli.
Başımı bir restoranlara bir mağazalara uzata uzata keyifle yürüyorum. Kaldı ki Havana’da müze müze ya da saray saray gezmeye gerek yok. Sokaklar açık hava müzesi tadında olduğundan yürümek, yürüyerek keşfetmek bu şehirde yapılacaklar arasında açık ara en güzel olay.
Çünkü yerel halkı hissetmenin ve yaşamı birebir gözlemenin en güzel yolu bu. Ha bir de her an karşınıza elinde purosu, başında kırmızı şapkası, boynunda ve bileklerinde bir ton incik boncukla mor etekli Kübalı teyze gibi biri çıkabilir.
O renk renk takılar, belli belirsiz ruj, kırmızı uzun ojeler ve sönmüş yarım puro, bu zamana ve yere ait değil de animasyon filminden ya da belgeselden fırlamış gibi. Ancak her ne kadar kamufle etmeye çalışsa da yüzündeki acı gülümseme ve belirginleşmiş derin çizgiler gerçeği ele veriyor. Ben buradayım ve bu zamana aitim diyor.
Tam böyle içli içli hayıflanırken bir anda puro ve rom dükkanında buluyorum kendimi. Heh şimdi oldu artık zamanıydı biraz keyiflenmenin diye düşünürken bu sefer de fiyatları görüp uçukluyorum. Tanesi 15-20 dolara puro nedir ya?
Hele Fidel Castro’nun içtiği puronun 96,8 dolar olduğunu öğrenince de biz, yanlış ülkeye mi geldik diye sorgulamadan edemiyorum. Sonra öğreniyorum ki Çinliler girmiş işin içine ve Hong Kong’ta etikette ne yazıyorsa burada da aynı fiyattan satılıyormuş. Böylece puro ve rom için alışverişi sonraya bırakıp elim boş çıkıyorum dükkândan.
Neyse ki çok değil birkaç adım sonra Plaza de Armas’a geliyoruz da havam değişiyor.
Burası 5 önemli meydandan biri. Önce yazının ilerleyen kısmında anlatacak olduğum bu meydanları sayacak olursak:
1. Plaza de la Catedral
2. Plaza Vieja
3. Plaza de San Francisco de Asis
4. Plaza de la Revolucion ‘Devrim Meydanı’
5. Plaza de Armas
Gelelim Plaza de Armas’a; ‘Silahlar meydanı’ anlamına gelen burası, Havana’nın en eski meydanı. Sömürge zamanında görkemli kutlamaların, konserlerin ve askeri geçit törenlerinin yapıldığı bu yer, heykel ve çeşmelerle süslenmiş bakımlı bahçelerden oluşuyor. Birçok saray ve müze de bu meydan etrafında toplanmış durumda. Daha sonra ise İspanya’ya karşı bağımsızlık savaşını kazanan lider Carlos Manuel de Cespedes’in heykeli konduruluvermiş tam ortaya.
Karşıda da Che Guevara’nın ekonomi bakanı olduktan sonra yaşadığı yer bulunuyor.
Buradan hızlı adımlarla ayrılıp diğer bir meydan olan Plaza de Catedral’e geliyorum.
Önce katedrale girip inceliyorum biraz. Sonra da öğreniyorum ki İspanyollar bu adayı keşfettikten kısa bir süre sonra buradaki yerli halkı katledince çalışacak köle bulamayıp Afrika’dan yüzbinlerce insan getiriyorlar. Onların Yoruba dini ile Hristiyanların Katolik inanışı birleşip harmanlanmış ve ortaya adı Santeria olan yeni bir din çıkmış. Bu katedralde de buna ait izler ve örnekler bulunuyor.
İçinde Havana Catedrali ile birlikte 18. Yüzyıl barok mimarisinin en güzel örnekleri olan binaları da barındırsa bu meydan, benim ilgimi en çok çeken, bembeyaz giysilerinin yanı sıra başlarındaki renkli kurdeleleri, ağızlarında puroları ile Kübalı iki kadın. Koşup yanlarına gidiyorum ve bana da bu bağlama şeklini öğretmelerini isteyip oturuyorum kenarlarına. Aynı dili konuşamasak da bazen dil evrenselleşir ve hareketlere dökülür. Bir yandan purosunu içerken bir yandan yüksek tondan kahkaha atan, yaşını almış esmer kadın, titreyen elleri ile başıma şalı bağlarken sonucu heyecanla bekliyorum. İşte o an’ı yaşadığım bu güzel dakikalar benim için unutulmaz bir hatıra oluyor başımdaki sarı kurdeleli şalla beraber.
Sonra da yazının başında bahsettiğim o efsane şehir turuna çıkıyoruz üstü açık, neoklasik Amerikan arabaları ile… Duygularımın pekiştiği bu gezi, gelmeden önce Havana deyince aklıma gelen ilk şeylerdendi ve sanırım döndükten sonra unutamayacağım efsane bir deneyim olarak yerini alacak.
Akşam casa tipi otelimize dönüp yorgun ama mutlu bir şekilde başımı yastığa koyduğumda düşünüyorum da ben daha bu sabah geldim ve bu gece ilk gecem. Oysa ben günlerdir buradaymışım gibi anlatmışım sizlere. Artık nasıl dolu dolu yaşadıysam?
Neyse ertesi sabah ilk planımız hediyelik eşya ve yerel ürünlerden satın alabileceğimiz pazar şeklinde bir alışveriş yerini ziyaret etmek. Normalde pek turistik sayılamayacak olan bu hareket bana pek bir eğlenceli göründü. Adı Mercado de Artesenia Almacenes San Jose olan bu market yolunda beni iki şey etkilemeyi başarıyor. Bunlardan biri, sevdiğim renk tonlarının bir araya geldiği evlerin dizilimi ile gökyüzünün şahane uyumu.
Diğeri ise hala nasıl bu kadar güzel resmettiklerini anlayamadığım grafitiler. Tam bir sanat eseri olan bu efsane boyamaların önünde uzun uzun bakakalıyorum. İçlerinde en sevdiklerimse evini sırtına, dünyayı ise eline almış, kendi ürünlerini yetiştiren ekolojik gezgin. Öyle anlamlı ve çekici ki…
Bir diğeri ise elbette Che Guevara… Arjantinli doktor… Verdiği mücadele ve sergilediği barışçıl tavır, unutulacak gibi değil. Ey dünya insanı…
Fakat sonra rafları boş bir eczane görüyorum ki…
Küba hakkında bildiğim duyduğum her şeyi unutturuyor bana. Küba’da sağlık sorunu olmadığını ve sağlık biliminde önde olduklarını birçok tedavide ilerlediklerini hatta kansere çare bile bulduklarını duyardım. Şimdi o duyduklarımla gördüklerim çelişiyor. Bu durumda iki fikir geliyor aklıma. Ya bu insanlar tıbbi tedaviyi zaten hastanelerden aldıkları için ilaç almalarına gerek kalmıyor ya da mutluluğun iyileştirici bir yönü var. Hiç hasta olmuyorlar. ilaca da ihtiyaç duymuyorlar.
Peki gerçekten mutlular mı? Bu konuda da içime kurt düşüyor nedense. Hani ben Küba’da sokaklarda müzik duyacak ve dans eden insanlar görecektim. Hani nerde? Neden hiç denk gelmiyorum ben? Yanlış sokaklarda mı yürüyorum? Ülkede bir şeyler değişmiş olabilir mi yoksa? Nerdeyse tüm geliri turizm olan ülke için pandemi bir balta görevi görmüş olabilir mi? Ya da kapitalizm yavaş yavaş burnunu mu sokuyor bu topraklara?
Bu düşünceler biraz canımı sıksa da geldiğimiz Mercado’da Hindistan cevizi suyunun içine biraz rom koydurup içtik mi birşeyciğimiz kalmaz.
Bir de üstüne güzel bir hasır şapka bulup aldım mı benden iyisi yok. Bu ne sıcak arkadaş! Biz kış diye geldik. Meğer kış mevsimi Küba’da havanın 30 derecelerde seyretmesi oluyormuş. Baştan inanılmaz gelse de zamanla alışıyorum. Yaşlanınca şurdan bir kışlık mı alsam fikri çık aklımdan😊
Heh tam isabet. Coco locco'nun üzerine, romlu ananas suyu harika olur. Ananas, süt, buz, rom ve şekerden oluşan bu kokteylin adı da Pina Colada. Anlaşılan o ki ilerleyen günlerde daha bol bol içeceğim bunlardan. Evet rom buranın olmazsa olmazı… Hatta nam-ı diğer ‘Korsanların İçkisi’. En sevilen bilinen ve envaiçeşit kokteylde kullanılan içkisi.
Bu arada hediyelik eşya ve Küba’ya özgü tabloların satıldığı bu sanat ve zanaat pazarında vaktimi daha çok içeceklerle geçirmem ne hoş!
Dönüşte önce bir araba müzesine, sonra önemli bir kiliseye, derken bir sanat sokağına ve sebze pazarına uğradıktan sonra nerdeyse imkânsız dediğimiz bir olay yaşıyoruz. Güvenlik sorunu olmadığını bildiğimiz ülkede toplasan 5 kere yaşanmamış olay, bizim arkadaşımızın başına geliyor. Ah be Tülin’im olacak iş miydi 17 günlük gezinin ikinci gününde telefonu çaldırmak?
Her ne kadar bu durum bizde panik havası yaratsa da giden telefon olsun deyip Central Park’a karşı, İngiltere otelinin altındaki London Bar'da üzerine buz gibi soğuk yerli biramızı içerken hayatı sorguluyoruz.
Ardından da El Biky restoranda buranın meşhur balığını söylüyorum akşam yemeği için; red sanapper. Nam-ı diğer kırmızı levrek! Atlantik okyanusu, Karayip denizi ve Meksika körfezine özgü bu leziz balığın tadına bayılıyorum. Tek kelimeyle muhteşem. İlerleyen günlerde sık sık yiyeceğim menü listesine giriyor kendileri.
Fakat bir diğer ilginç mevzu ise taa Amerika kıtasının ortasındaki bu Karayip adasında, tatlı olarak krem karamelin bulunması. Nasıl ya? Bu tarifi kim vermiş ki? Dünya sandığımız kadar büyük değil mi yoksa?
Akşama ise bizleri bir başka sürpriz bekliyor. Hotel Nacionale’de Parizien gösterisi.
Baştan kulağa çok hoş gelmeyip hayalimde pek bir şey canlanmasa da izlediğim şov karşısında ağzım açık kalıyor. Işıl ışıl, renk renk gösterişli kostümler, yetenek gerektiren danslar, kimi zaman hareketli kimi zaman slov müzikler ve şarkılar… Bazen Afrika ezgileri bazen İspanya melodileri ama sonuçta Küba ritimleri…
Kesintisiz süren ve benim nefessiz izlediğim şahane canlı performans büyülüyor herkesi. Bu unutulmaz gecenin sonunda tatlı hayaller eşliğinde dalıyorum uykuya. Rüyamda hep danslar, şovlar, müzikler…
Ertesi sabah uyandığımda bugünkü planımızda Havana’nın 4. Bölgesi olan Parque Militar var. Ama ondan önce iki meydan, bir yol, bir müze de olabilir…
Yol diye bahsettiğim Havana’nın ünlü caddesi Paseo del Prado; ‘Yeşil Yürüyüş Yolu’ demek oluyor. İki yanı ağaçlarla bezenmiş, ince ve uzun yürüyüş parkuru, aslında meydan olarak da anılıyor. Öyle bir meydan ki bir ucu Eski Havana’ya bir ucu Malecon’a uzanıyor. Bronz aslan heykellerinin süslediği hareketli caddeye renkli sokak lambaları ve mermer banklar da eşlik ediyor. Sokak müzisyenlerinin de olduğu bu eğlenceli yolda dans ede ede ilerlemek de olasılıklardan biri.
Derken sağ dönüp çok az ilerledikten sonra Devrim Müzesi’ne geliyoruz. Önce savaş uçaklarının olduğu bahçeyi görüyoruz.
Sonra da görkemli binanın kendisini. Ancak tadilat dolayısıyla geçici olarak kapandığını öğrenince baştan hayal kırıklığına uğrasam da içerde çok fazla objenin olmadığını, olanların da açıklamasının İspanyolca olduğunu duyduktan sonra kaybımızın büyük olmadığını düşünerek teselli olmak istiyorum.
Kıyı şeridi boyunca yürümeye devam ettiğimde de Havana Limanına ulaşmadan hemen önce Plaza de San Francisco de Asis meydanına geliyoruz. Gelir gelmez de çok ilginç bir heykelle burun buruna geliyorum.
Fransız heykeltıraş Etienne tarafından yapılıp Havana’daki bu meydana hediye edilen La Conversacion adındaki bronz heykeller, yüz yüze konuşmanın önemine vurgu yapmak istiyor. Vücutların eksik parçaları ise sosyal medyadaki eksik iletişime dikkat çekiyor.
Nasıl da yerinde bir gönderme diye düşünürken buraya adını veren Fransisken Manastırı önünde zamanın rüzgarına bırakıyorum kendimi. Bulutlu mavi bir gökyüzü altında, esintilerin içindeki fısıldaşmaları, havada asılı konuşmaları duyduğum, denizden gelen nemli meltemin yüzümü yalayarak geçip saçlarımı savurduğu eşsiz bir ana tanık oluyorum. Havadaki kokuyu, sıcaklığı ve neşeyi hissettiğim nadir anlardan biri.
Bir meydandan ötekine… Birbirine çok yakın olan meydanlardan diğeri de Plaza Vieja. Eski Havana bölgesinin UNESCO tarafından Kültürel miras olarak belirlenmesinden sonra yenilenen alan, barok sarayları, zarif sömürge konakları ve İtalyan heykeltıraş Giorgi Massari tarafından yapılmış Carrara gösteri çeşmesi ile ünlü. Bunların yanı sıra bu meydanda barlar, kafeler ve restoranlar da bulunuyor.
Açık hava marketi gibi kullanılan bu alanda biraz soluklanmak isteyince elimde Daiquiri ile insanları izleyip etraftan gelecek müzik seslerini kolluyorum.
Gönül isterdi ki dans eden Kübalıları da göreyim ama dediğim gibi bu insanların bitmek bilmeyen neşesi ve rahatlığı sanırım zamana ve kapitalist düzene yenik düşmüş. Yine de burada olmanın sevinci ve huzurunu tadıyorum. Belki yıllar sonra değişecek olan ülkenin son anlarına tanık olmanın zamanlaması ile…
Bu ruh haliyle Casablanka’ya geçecek olan vapura yetişip biniyoruz. Vapur dediğime bakmayın. Yüzen demirden kibrit gibi… Ya da yüzen sal desem çok abartmış olmam. Ne oturacak koltuk ne tutunacak yerin olmadığı dengemi koruyarak karşı kıyıya geçtiğimiz 10 dakikalık enteresan bir tecrübe.
Karşıda inip patika yoldan devam edince de önce görmeye, bakmaya doyamadığım yine o neo klasik arabalara denk geliyorum.
Biraz daha yürüyünce de Statue of Cesus Christ yani İsa Mesih’in görkemli heykeline ulaşıyorum. Limanın tam girişinde olup 40 yıllık geçmişe sahip olan bu eser, şehrin simgesel yapılarından biri.
Havana kentini tam karşıdan muazzam bir manzara ile seyreden heykel hem İsa Mesih’i temsil eden dünyadaki en büyük heykellerden biri hem de bir kadın tarafından yapılan en büyük heykel olma özelliğini taşıyor. Bu büyüklük takıntısı da neyin nesi ise işte.
Heykelin hemen aşağısında minik bir büfe görüp Hindistan cevizi suyu satıldığını görünce soluğu burada alıyoruz. Bu sefer içine rom kattırmıyorum. Ama Küba seyahatim boyunca içtiğim en leziz olanı diyebilirim. Bunun en büyük sebebi Hindistan cevizlerinin dolapta bekletildiğinden içindeki suyun buz gibi soğuk oluşunun yanı sıra sıcak havada hararet yapmış bedenimin susuzluğu da olabilir? Sebep her ne ise Havana manzaralı coconut suyu pek bir leziz ve keyifli doğrusu.
Hele bir de sonra Hindistan cevizini kırdırıp içindeki beyaz meyvesini de yiyince… Ohhh değmeyin keyfime…
Bundan sonra Morro Kalesi'ne kadar yürürken yolda yağmura yakalanarak küçük bir açık hava barına sığındığımızı yazsam mı bilemedim.
Hele orada şeker kamışı suyunun nasıl sıkıldığını, buna ilaveten ananas suyu, şeker kamışı suyu, rom ve buzdan yapılan kokteylleri tekrar tekrar nasıl mideye indirdiğimizi de hiç anlatmasa mıydım acaba?
Ama hazır konu açılmışken şeker kamışından bahsetmek gerekirse bu değerli ürün Hindistan’dan İspanyollar tarafından getiriliyor ve ekimine başlanıyor. Altı bambu üstü palmiye şeklinde ve bir insan boyunun 2-3 katı olup yılda bir kez hasat ediliyor. Bu hasattan hem normal beyaz şeker hem esmer şeker hem de Küba’nın milli içkisi rom elde ediliyor. Dünya şeker üretimin en büyük payının da Küba’ya ait olduğunu belirttikten sonra Pina Colada’mın son yudumunu içip yola devam ediyoruz.
Nihayet Morro Kalesi'ne vardığımızda korsanların şehre girişinin engellenmesi için inşa edildiğini öğrenip birkaç hatıra fotoğrafı ile ayrılıyoruz.
Akşamına da Fabrica de Arte Cubano adındaki Vedado bölgesindeki eğlence merkezine yürüyoruz ayaklarımıza kara sular ine ine. Bakmayın eğlence merkezi dediğime, kültür sanat alanı desem daha doğru olur. Hem tiyatro, sergi, konser, gösteri alanları hem de restoranları olan, bir saatten sonra da gece kulübü olarak devam eden keyif noktası.
Bizse yorgun yorgun vardığımız bu mekânda önce Ölüler günü ile ilgili dans gösterisini izlerken dinleniyoruz.
Sonra da başka bir köşede küçük bir konser izlerken uyuklamaya başlayınca gece kulübünü bekleyemeden casamıza dönüyoruz. Tabi ki yürüyerek döneceğimiz düşünmüş olamazsınız di mi?
30.000 adımdan sonra dönüşte, kocaman, yaşlı, yeşil ve de 8 kişilik antika bir taksi ile dönüyoruz. Hepimizin aynı araçla dönebildiğimize hem sevindiğimiz hem şaşırdığımız bol bol da güldüğümüz bu gece yolculuğunun sonu aynı zamanda Havana’daki ilk dört günün de finali oluyor. Bir adam ve 8 kadının türlü türlü maceralarla noktaladığı bu gezi, trekking ekibinin bir marifeti. Bunun için trekinturkey kurucusu Argun Bey’e ayrıca teşekkür ederim.
Bundan sonra Vinales, Trinidad ve Varedoro’yu başka yazılara saklayarak onları atlayıp tekrar Havana’ya döndükten sonraki macerama geliyorum hemen. Bu kısım hem sürprizli hem bol kahkahalı.
Daha önce atladığım Hemingway’in Floridita’sına uğramayı ihmal etmiyorum. Onun favori içkisi Daiquiri içmeyi de. Hatta onunla bir fotoğraf çektirmeyi de. Küba şarkılarını canlı performansla dinlediğim bu eğlenceli barı, Amerikalı yazar kadar olmasa da ben de seviyorum.
Sonra Central Park’ta oturuyorum tek başıma uzun bir süre. Birçok kişi ile sohbet ediyorum o esnada. Ama beni en çok, aylık gelirin 3000 peso olduğunu söyleyen turist rehberi Dianelis etkiliyor. Ortalama bir akşam yemeğinde 1500-2000 peso ödediğimi düşününce içim buruluyor, üzülmekle şaşırmak arasında gidip geliyorum.
Bu üzüntümün hemen sonrasında da gezgin bir arkadaşım olan Denizle buluşup onun aracılığıyla evine misafir olduğum Kübalı bir ailenin hayatına daha yakından tanık oluyorum. Yokluklar ülkesi tamlamasını kullanmak istemediğim bu ülkede insanların fakirliklerini ama bir o kadar da samimiyet ve misafirperverliklerini gördüğüm ender anlardan biri.
Gece ise Old Havana’da müzik dinleyip dans ediyoruz, yerel kokteyller eşliğinde. Tam bir zıtlıklar ülkesi!
Ertesi sabah evine misafir olduğum Deniz ise hem bana güzel bir kahvaltı hazırlıyor hem de arkadaşı Jose ile dans şovları yapıyor. Günün geri kalanında ise yazının başında burada yapılacak en güzel aktivite olduğunu yazdığım sokaklarda yürüyoruz. Son olarak da Hotel Nacionale’ye uğruyoruz tekrar. Hem Morro Kalesi’ne ve Malecon’a karşı muazzam manzarasını seyredip hem de daha önce dinleyip beğendiğim o müzik grubundan Havana esintileri dinliyoruz.
Otelden bahsedecek olursak da Küba’da zenginliğin sembolü olmuş bir yer. Şu an devlet tarafından işletilse de devrim öncesi Havana’nın en meşhur kumarhanesine sahip olup mafyanın da genel merkezi konumundaymış. Godfather (Baba) filmine da konu olan meşhur mafya zirvesi Havana Konferansı burada gerçekleşmiş, pazar ve bölge paylaşımları karara bağlanmış. Hala mafya patronlarının özellikle istediği mojito tariflerini kullanıyorlar. Şu an otel pek de albenili olmasa da o zamandan beri bir statü ifadesi.
Böylesi önemli bir noktada mojito içip müzik dinlemek, eşsiz bir deneyim gibi geliyor bana o an; bitmesini hiç istemediğim.
Ama her güzel an ve zaman gibi bu gezinin de sonuna geliyoruz. Otelden çıkarken selfie çekmeye çalıştığımız sırada kapıdaki görevlinin fotoğrafımızı çekmek için ısrar ettiği kare ile ayrılıyorum hem otelden hem arkadaşımdan hem de Havana’dan.
Ama vedayı elbette sona sakladığım Atam ile yapacağım. Türk heykeltıraş Metin Yurdanur’a ait bu heykelde ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu’ ve ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ açıklamaları yer alıyor.
Canım Atam’ı dünyanın bir ucunda görmek, sevildiğini ve sayıldığını bilmek, beni hem gururlandırıyor hem de çok mutlu ediyor. İlkeleri ve öğretilerinin örnek alındığını, takdir edildiğini öğrenmek şahane! Hem sevinç hem hüzün hissediyorum bu ayrılıkta.
Hoşçakal Atam, hoşçakal Havana, hoşçakal Küba!
Küba’nın diğer şehirlerini anlatan yazılarımda görüşmek dileğiyle…
Bayıldım yine bütün enerjini yazılarına aktarmışsın👏
Çok heyecanlandım tekrar tekrar okuyup canlandı kelimeler. Sanki orada beraber gezdik yaşadık o esintiyi beraber hissettik ve beraber duygulandık Atam ile vedada.... Çok havalı bir gezi oldu emeğinize sağlık ....
yine coşkuylşa, heyecanla. Yaşayarak anlatılan, aktarılan izlenimler. birlikte geziyormuş gibi. harikasınız.. 💃
Nuray hanım, inanıyorumki bir çok gezginin merak ettiği, hayallerini meşkul ettiği bu renkli, enteresan Karayip Denizi ülkesi Küba,yı seyahat edebilme, tanıyabilme, güzel anlar, güzel anılar yaşayabilme ve bu anların mutluluğunu fotoğrafların her karesinde bizlere de yansıtabilme imkanı bulabilmiş olduğunuz için, çok şanslısınız, kutluyorum, sizi mutlu görmek bizide mutlu eder, yeni rotalar, iyi seyahatler dilerim 🙏
Hocam Küba seyahatinizi ilgiyle okudum. İspanyolların ada halkını katlettikten sonra çalıştırmak için Afrika'dan insanlar getirdiğini ben şimdi öğrendim. Ernest hamingwayin Küba yı bu kadar çok sevdiğini, puro nun anavatanında bile pahalı olduğunu , sokakları, güney Amerika tarzı renkleri, cıvıl cıvıl sıcakkanlı insanları rom u , Küba birasını ... Hepsini yazılarınızda görmek mümkün. Teşekkürler bu seyahatinizi de bizimle paylaştığınız için...