top of page
Ara
Yazarın fotoğrafınuray çalışkan

Bir Kum Şehri Yezd (İRAN)

Bir kum şehri; Yezd. Yerden gökyüzüne yükselmeye karar vermiş toprak ve kerpiç evler, duvarlar, rüzgâr kuleleri. Hepsi de bej renkte; bir çocuğun kovasından fırlamış minyatür oyuncak şehir misali. İzledikçe gerçeklikten uzaklaşıp bir masalın içine yuvarlanma hissi geliyor insana. Bir merak, bir gizem, bir heyecan içimde. Duvarların ötesini görebilme, evlerin içini gezebilme arzusu beliriyor kalbimde.

E bir yerden başlayalım o zaman. Sonradan buranın müdavimi olup birkaç kez geleceğim Yezd Art Cafe yani sanat kafesiyle başlıyorum bu şehri tanımaya.

Menüde az çeşit olsa da hepsi çok iştah açıcı ve lezzetli. Çeşitli meyvelerle tatlandırılmış şerbetleri de bir başka deneyim. İran’ın genelinde şerbet çok revaçta zaten. Salatalık ve nane ile ferahlatılmış ballı ılık su diyebilirim ya da gül ve papatya ile zenginleştirilmiş şifalı içecek. İnsanın mizacına göre beslenme burada popüler bir diyet. Ruh haline ve karakterine göre; tıpkı eski Osmanlı Mutfağındaki gibi.

Bizde Osmanlı Mutfağı ne gezer, karışık pizza ve tavuklu salata ile sesleniyorum mideme. Akabinde çatıya çıkıp bu masalsı şehrin parlement mavisine karışmış, ışıklı Rüzgâr Kulelerine bakakalıyoruz.

Ne muazzam bir manzara; sanki uçan bir halı gelip beni uzak diyarlara götürecek ya da Alaettin’in sihirli lambasının cini, gri bir toz bulutu halinde gökyüzüne doğru yükselecekmiş gibi. ‘Dile benden ne dilersen!’ diyen bir cin hiç fena olmazdı doğrusu. Şöyle sıralıverseydik dileklerimizi; ömür boyu güven, huzur, aşk, sevgi, mutluluk ve bütün bunlar sağlıklı bir şekilde olursa hiç fena olmaz diye 😊

Sonra bir başka görüntüye takılıyor aklım. Klima görevi gören rüzgâr kulesi altında, bir yanda sedir, ortada yemek masasının olduğu tek yanı açık salon, buranın söylemiyle Hayat.

Çöl ikliminin hâkim olduğu bu şehirde, aslında merak uyandırmak için değil güneşten korunmak için inşa edilmiş bu yüksek duvarlar ve rüzgâr kuleleri (badgirler). Böylece bu enteresan ev şekli çıkıyor ortaya. Aileler kızlarını evlendirirken bu kulelerden hediye ederlermiş çeyiz olarak. Bir evde ne kadar çok kule varsa o aile o kadar zengin sayılırmış o zamanlar. Varlıklı ailelerin kızları böylece hemen anlaşılırmış.

Bu masalsı şehirde ilginç bilgiler eşliğinde koyuyorum başımı yastığa. Otantik bir evin butik otele dönüştürülmüş minik bahçesinde sabah kahvaltısından sonra ise rotamızı Sessizlik Kulelerine çeviriyoruz. Diğer adıyla Dakhma.

Burada tekrar Zerdüşt Dininin inancından bahsetmek lazım Bir Doğu Masalı İran yazısında anlattığım gibi Zerdüştlere göre hava, toprak, su ve ateş çok değerli. Dolayısıyla ölüleri, necis yani kirli olarak gördüklerinden onları ne toprağa gömebiliyorlar ne de ateşte yakabiliyorlar. Onun yerine bu yüksek kuleleri inşa edip naaşları, ceza almış suçlulara yıkatıp kefenleterek kulelere taşıyıp akbabalara yediriyorlar. Kuşlara yem olmak böyle bir şey olsa gerek. Kulağa çok korkunç gelse de dini ritüel halini almış bu inanış, Zerdüştlere göre son yolculuğun şekli. Üstelik akbabanın yemeğe başladığı göze göre meftanın cennet veya cehenneme gideceği belirleniyor.

Bu bilgiler ışığında biz de alana uzaktan bakıp önce aşağıda ölülerin yıkandığı ve kefenlendiği yeri sonra ise uzun merdivenlerden yukarıya taşındığı sessizlik kulelerini izliyoruz.

Derken aynı yolculuğu hissetmek istercesine güneşin yakan ışınları altında o merdivenleri tırmanıp yukarı çıkıyoruz.

Bizi karşılayan sadece boş bir alan.

Ama ben ortasında çukur olan bu alanın etrafında akbabaların çığlıklarını duyar gibi oluyorum. Üstelik rüzgâr olmamasına rağmen dokunuşunu hissedip ürperiyorum. Bir zamanlar buraya konulan cansız bedenlerin, kuşlar tarafından lime lime yenilmesini hayal ettikçe bu ürperme çoğalıyor içimde. Ama düşününce ölümün sevimlisi yok zaten. Her çeşidi can yakıyor, her şekli insana yalan dünyayı hatırlatıyor.

Tam da bu farkındalıkla yine Zerdüştlerin Ateş Tapınağı’na geçiyoruz. Diğer adıyla Atashkadeh olan bu yerin daha bahçesine girer girmez önce ferah bir mavilik karşılıyor beni sonra da hoş bir melodi; insana huzur veren.

Yoga ritimlerini hatırlatan bu güzel ses eşliğinde merdivenleri çıkıp tapınağa giriyoruz. Orada bir camın arkasında 600 yıldır sönmeyen ateşi görüyoruz.

Onlar için kutsal olan bu ateşe odun atarken görevliye denk gelmem de büyük şans. Ağzında bir maske ve yüzünde ciddi bir ifade ile işini yaparken ne kadar dikkatli olduğunu o zaman bir daha fark ediyorum. Ateşe üflenmesi veya insan nefesinin ışık saçana değmesi hoş karşılanmıyor bu dinde. Öylece bakakalıyorum sırça perdenin gerisinde.

Sonrası ise tam bir muamma. Bilinmeyene giden bir yolculuk gibi; ilerledikçe kendime doğru yürüdüğün. Gördükçe dış dünyaya körleştiğim, duydukça dış seslere sağırlaştığım ve dokundukça dış uyaranlara karşı hissizleştiğim bir iç yolculuk…

Öylece o melodide ve o kokuda ne kadar kaldım bilemiyorum. Kendime geldiğimde Zerdüşt dininin diğer detaylarının sergilendiği bölümde alıyorum soluğu.

Kıyafetlerinin, yemeklerinin, adetlerinin ve evlilik ritüellerinin anlatıldığı genişçe salonda biraz daha vakit geçirdikten sonra kerpiç ve taş mimarinin ön planda olduğu daracık sokaklarıyla meşhur Fahadan mahallesine geçiyorum. Labirenti andıran sokaklarında kaybolmak ruhumun derinliklerinde kaybolmaktan farksız. Tam çıktım derken bir başka çıkmaz sokak, tam bu sefer oldu derken bir başka dolambaçlı yol.

Öyle öyle dolaşırken bir duvara yaslanıp dinleniyorum. Ama ne dinlenme? Bu girift bilmece tam bir işkence. Kim bilir belki de en büyük eğlence. Belirsizlikler, vazgeçişler, geri dönmeler ya da yeni başlangıçlar… Hepsi hayatın bir parçası. Nefes almanın, hala hayatta olmanın çığlığı…

Bu paradoksun ardından yorgunluğumu çölde atıyorum. Önce lezzetini çok sevdiğim mangal keyfi ve hurma rakısı ile boğazımın pasını temizliyorum sonra ise güneşin cılız ışınları eşliğinde Şebaheng çölünün incecik kumunu alıyorum avuçlarımın içine.

Ardından biraz yürüyorum. Düşünüyorum. Evimden çok uzakta bir çölün ortasında, tam olarak neyi arıyorum? Nedir bana fersah fersah gezdiren tüm dünyayı…

Ayak tabanlarımın altından kayıp giden kum taneleri, amacımı sorgulatıyor bana… Issız tepelere doğru ilerlerken arkamı dönüp gülümsüyorum.

Ben buyum işte bir göçebe, bir gezgin, bir kâşif, bir hikâye anlatıcısı, bir heyecansever, bir maceraperest… Adrenalin ve tutku ile beslenen, merak ve yeni bilgiler ile büyüyen, aşk ile tamamlanan bir su damlası… Değdiği her toprak parçasını yeşerten…

Kendimle barıştığım ve yeniden tanıştığım bu güzel yolculuğu ertesi gün önce Cuma Camisi son olarak Emir Çakmak Kompleksi ile tamamlıyorum…


Bir farkındalık, bir iç yolculuk yaşatan bu şehirde görülmesi gereken noktaları özetlersek:

1-Rüzgâr Kuleleri (Badgirler)

2- Sessizlik Kuleleri (Dakhma)

3- Zerdüştlerin Ateş Tapınağı (Ateşkadeh)

4- Şebaheng Çölü

5- Cuma Camisi

6- Emir Çakmak Kompleksi

7- Fahadan Mahallesi

8- Yezd Art Cafe

Hoşçakal güzel şehir... Yeni rotalarda buluşmak dileğiyle...

Son Yazılar

Hepsini Gör

2 Comments


jcengiz
Jun 16, 2023

Hem bilgilendirici, hem de edebi bir seyahatname olmuş. Zevkle okudum ve seyrettim.

Like
dr.nuraycaliskan
dr.nuraycaliskan
Jun 17, 2023
Replying to

Çok teşekkür ederim ☺️

Like
bottom of page