Sizin hiç kendinizi çok değerli hissettiğiniz oldu mu? Bir prenses, kraliçe, kral gibi… Ya da zamansızlığın içinde kaybolmuş gibi… Sonsuz semanın altında küçücük bir an’ı çalmış gibi…
Kısık bir sesle çalan İncesaz’ın Geçsin Günler adlı eseriyle mest olurken, kırmızı şarap kadehini dudaklarıma götürüp bir yudum alıyorum. Sen gözlerimde bir renk, kulaklarımda bir ses ve içimde bir nefes olarak kalacaksın…
Güneşin solgun ışıkları altında, buram buram çam kokusu okşarken beynimi, oğlumun uzaktan gelen kahkaha sesiyle mest oluyorum. Dursun zaman, geçmesin ne olur şu an!
Uzaktan görünen Olimpos dağının heybetine karşı turkuaz renkteki denizin dalga sesi ekleniyor manzaraya…
Sonra karavanıma salınarak dönerken ağustos böcekleri eşlik ediyor gecenin karanlığına ve ben huzurlu bir uykuya dalarken rüya gibi başlayan bu seyahatin başını hatırlamaya çalışıyorum.
Sahi nasıl başlamıştı her şey? Canım oğlumla arabamıza atlayıp ülkeyi de enine yarıp yaklaşık 700 km gelmiştik en kuzeyinden güneye; Antalya’ya! Bu şehir benim için çok tanıdık, çok bilindik bir o kadar da gizemli. Her zaman göz önünde olup, adı sıkça duyulsa da görkemli bir tarihi ve muazzam bir doğayı içinde barındırdığını unutuyor bazen insan. Hatırlamak, görmek ve yeniden keşfetmek için her defasında baştan başlamak gerek!
Yeşilin her tonu arasında, 40 metre yükseklikten gürül gürül akan muhteşem güzellikteki Düden Şelalesinden mi başlamalıyım, yoksa rengine hayran kaldığım, turkuazın en güzel haline sahip huzurlu Kurşunlu Şelalesinden mi bilemiyorum?
Belki de sayısız gösteriye ve konsere ev sahipliği yapmış, binlerce yıllık heybetli antik tiyatro Aspendos olmalı seçimim?
Ya da Kaleiçi’nden başlamak lazım, şehrin kalbinden, cumbalı evlerin arasındaki çiçekli dar sokaklardan, bu civara serpiştirilmiş kafe ve restoranlardan, Antalya manzaralı o falezlerin en üst noktasından?
Kim bilir belki de Kaleiçi’ne asıl giriş yeri olup eski Antalya kentini ve limanını birbirine bağlayan 2000 yıllık Hadrian Kapısından giriş yaparak başlamalıyım?
Bunun kararını yarın veririz deyip Konyaaltı’ndaki berrak, tertemiz suya atıyoruz kendimizi. Beyaz çakıl taşlı sahilleri oldum olası severim, elbette denizleri de…
Sanki daha parlak daha aydınlık oluyor suyun rengi ya da bana öyle geliyor? Yol yorgunluğunu bol bol yüzüp serinleyerek atıyoruz. Saatlerce yol geldikten sonra 43 derece sıcağı görünce en doğru seçim bu oluyor bizim için. Temmuz’un ilk günü olmasına rağmen sezonun henüz tam açılmadığı, kimsesiz sahildeki şezlongda uzun uzun keyif yapıp şımarmayı da kendimize hak görüyoruz nedense…
Deliksiz bir uykunun sabahında ise sıkı bir kahvaltının ardından rotamızı tarihin izlerine doğru çeviriyoruz. Hedefimiz Antalya’nın Serik ilçesine bağlı Belkıs köyündeki Aspendos Antik Kenti ve onun en çarpıcı, en görkemli yapısı olan tiyatrosu.
Milattan sonra 2. yüzyılda yapılan bu şaheserin günümüze kadar tüm heybetiyle dimdik ayakta duruşu ve mitolojik hikayesi beni hep kendisine hayran bırakmıştır.
Oğluma bu tarihi kenti ve yapıyı anlatıyor olmak, öğretmek, birlikte ziyaret etmek beni inanılmaz mutlu ediyor. Bir anne olarak onun beyninde ve hatıralarında yerimi iyice kazıma çabası benimkisi. Anne-oğul birlikte tarihe bir iz bırakmak!
Bu duygularla yönümüzü Kurşunlu Şelalesine çeviriyoruz. Evet, Düden yerine ona karar veriyorum. Bugün romantikliğim ve duygusallığım üzerimde. O yüzden bu pers yeşili, sükûnet ve huzur dolu çağlayanı görmek beni mest ediyor.
Güneş sıcaklığını tenimizde iyiden iyiye hissettirirken arabaya kendimizi dar atıyoruz. 1,5 saatlik yolun sonunda da işte bu karavan oteldeyiz.
Antalya’nın en güzel iki plajının yan yana olduğu Çıralı ve Olimpos’un aynı anda tadını çıkartmak istediğim bu sevimli, bir o kadar da leziz yemekleri olan nostaljik yerdeyiz. Sahibi Betül Hanım tarafından sevgiyle karşılaşınca biraz daha şımarıp soluğu yine o çakıl taşlı parlak denizinde alıyoruz.
Bu sefanın dozunu arttırıp meyveli bir kokteyl ile güneşlenmek ise tam da aradığım keyif 😊
Ve işte yazının başında anlattığım akşam yemeğini tam olarak burada bu mekânda, sonsuz ilginin kucağında, orman ve denizin, tarih ve günümüzün kaynaştığı bu eşsiz ambiyansta nostaljik melodiler eşliğinde yiyorum.
Tabi erken uyuma alışkanlığım biraz da şarabın etkisiyle nüks edince dayanamıyorum, oğlumdan önce atıyorum kendimi yatağa. Hal böyle olunca erkenden de uyanıyorum. Ama bu sabah gizemli ve ilginç bir keşfimiz var. Yürüyüş ayakkabılarımı geçiriyorum ayacıklarıma, uzun bir güzergâh var, dere tepe tırmanmak var, onlara bir şey olsun istemem.
Dedim ya Çıralı ve Olimpos plajı yan yana. Biri nerede bitiyor, öbürü nerede başlıyor anlaşılmıyor da üstelik. Çıralı’dan başlıyorum yürümeye.
Güneş yeni yeni gülümsüyor bembeyaz köpüklere, elini uzatmamış henüz dağların eteklerine. Sahilde kimseler yok. Sadece uzaktan bir ney sesi geliyor. Yaklaştıkça da güzelleşiyor melodi. Durup dinliyorum biraz. Sonra yavaş yavaş uzaklaşıyorum. Off ya ne zormuş çakıl taşlarda yürümesi…
Nihayet bir kayalığın arkasına kıvrılan ahşap yolu görüyorum ve hemen yanında bir nehrin denize kavuştuğunu. Aman Allahım; o nasıl bir manzara…
Zümrüt yeşili mi istersin, yosun yeşili mi, deniz yeşili, çam yeşili mi? Yeşillerden yeşil beğenme günü bugün. İki yavuklu ördeğin birlikte süzülüşü ve derede yıkanışı bambaşka güzel. Hele o arkadaki pespembe mis kokulu zakkumlara ne demeli? Ahh be hayat, her zaman şaşırtıyorsun ya beni!
Olimpos antik kentinin kumsaldan girişiymiş meğerse burası. Ya bu nasıl bir şehirmiş böyle? Milattan önce 300lü yıllarda kurulan kent, Likya medeniyetlerinin en gelişmiş en büyük illerindenmiş. O yıllarda doğu ülkelerin birçoğunda yaygın olarak inanılan pers mitolojisinde saf ruh ve ışık tanrısı olan Mitres için korsanların garip kurban törenleri ve gizli ayinler düzenledikleri söylenmekte olan bu efsane yerin adı, aslında yanında bulunduğu dağdan geliyor. Olimpos, ulu dağ anlamına geliyor ve dünyada yirmiden fazla dağ bu isimle anılıyor.
Şimdiyse zamana ve doğaya yenik düşen bu sessiz şehri yapayalnız gezmek hem heyecan verici hem de ürkütücü.
Üstelik yukarıya çıkmak istediğim yol yasaklanmış ve dikenli tellerle çevrilmiş. Bu beni durdurur mu? Ne zaman durdu ki? Sürünerek geçtiğim minik bir aralıktan sonra her an kayarak düşme tehlikesi de yaşıyor olsam merakım galip geliyor. Nerdeyse emekleyerek yukarıya ulaştığımda ise ödülüm muhteşem. Hangi yanıma bakacağımı şaşırıyorum. Bir yanımda Olimpos; yemyeşil çam ormanının kapladığı Tahtalı dağının eteklerinde bembeyaz plajı…
Bir yanımda Çıralı; güneşin ışınlarından nasibini almış, sonsuz mutluluğun uzantısında…
İnanılmaz mutlu ayrılıyoruz canım oğlumla, bu enfes yerden…
Sırada yine Antalya’nın bir başka koyu, sahili, plajı var; Adrasan…
Buraya iki temel amaç için geldik aslında: 1.si çadır kurup kamp yapmak
2.si Suluada’yı görmek
Amaaa önce Adrasan içindeki nehir üzerine kurulmuş otel, kafe restoranların oluşturduğu o sevimli, o tatlı habitatta keyifli bir yemek yiyoruz Ali Çınarla.
Sonra çadırımızı zevkle kurup bol gürültülü ve inanılmaz sıcak, kâbus gibi bir gecenin sonunda yine şahane bir gün doğumuna uyanmak…Sadece o kızıl renk ve uzaktaki denizin görüntüsü değil, yan yana duran biri büyük diğeri küçük iki çift terlik büyülüyor beni…
Şükretmeme sebep oluyor; hayata, varlığımıza, doğaya ve dengeye…
Yine de uyanır uyanmaz çadırı daha sakin bir yere taşımama engel değil bütün bunlar. Hızlıca hazırlanıp teknelerin kalkış saatinde sahilde olmayı başarıyoruz da…
Aslında büyük bir grubun geleceğini öğrendiğimiz ve ekstra olarak sadece oğlumla ikimizin kabul edildiği o şık ve kıvrak teknede en sevdiğim yeri alıyoruz.
Kısa süre sonra gelen grubun üyelerini gördükçe inanılmaz mutlu oluyorum. Frekansımızın tuttuğu bu enerjik, uçuk kaçık, vizyonu geniş, entelektüel insanlarla koca bir gün, göz açıp kapayıncaya kadar hızlı ve eğlenceli geçiyor. En çok oğlumun eğlendiği bu sıra dışı günde efsane anılar kalıyor geriye. Kısa Film Yönetmenleri Derneğinin üyeleri olan bu şahane insanlarla bir hatıra fotoğrafı çektirmek yaptığım en güzel şey oluyor.
Canım güzel dostlarım, sizlerle yüzmek, çok eleştirdiğim halde teknede oyun havasına eşlik etmek hatta sonunda tek başıma raks etmek, tekneden atlamak, suda oyun oynamak, şifalı olduğuna inanılan o delikli mağaranın tepesindeki suyu içmek, Adrasan'ın muhteşem koylarını birlikte keşfetmek her şey ama her şey çok keyifliydi.
Bu arada turkuaz renkli muhteşem güzellikteki adada, yetenekli oğlumun kadrajından çıkmış 'Suluada’da bir kadın' adlı çalışmaları da paylaşmadan edemeyeceğim.
Yine beş duyumla öğrenip eğlendiğim, zihnime kazıyıp sevgiyle andığım bir aylık yolculuğun ilk 5 gününü kalemim yettiğince anlatmaya çalıştım… Devam yazılarında görüşmek dileğiyle…
Not: Bu yolculuğun ilerleyen günlerinde ziyaret ettiğim Gökçeada, Bozcaada ve Çanakkale yazılarını merak edenler için linklerini bırakıyorum…
Antalya deyince aklımda kalanlar;
Konyaaltı Plajı
Hadrian Kapısı
Kaleiçi
Düden Şelalesi
Kurşunlu Şelalesi
Aspendos Antik Kenti ve Tiyatrosu
Çıralı Plajı
Olimpos Plajı
Olimpos Antik Kenti
Adrasan Plajı
Çıralı ve Adrasan iki aşk arasında kalan ben. Kendimi başka bir yerde tatil yaparken hayal edemiyorum. Esralina pansiyon ve İkizler motel selam olsun. Nuray hanım harika paylaşımlar ne diyeceğimi bilemiyorum Baş döndürücü enerjinize hayran olmamak elde değil.🌱
Memleketimizin coğrafi ve kültürel zenginlikleri yeterince güzel, sizin kaleminiz, sizin anlatımınızla dahada güzelleşiyor, elinize, kaleminize, yüreğinize sağlık 🙏👌👍👏👏👏
Masal gibi, destansı bir yazı... 😍 💔
Harika bir yazı olmuş. Kaleminize, emginize sağlık…