Endişeden ziyade büyük bir mutluluk ve kavuşma isteği ile çıkıyorum bu seferki yolculuğuma. Bu pozitif enerjim evrene de yansımış olmalı ki uçakta, yanıma aynı frekansta olduğum neşeli ve alımlı bir kadın konduruvermiş.
Klostrofobimi düşünmeye bile vakit bulamadan nasıl geçti o 3 saatlik uçak yolculuğu hiç anlamıyorum.
Münih havaalanına indiğimde ise bu sevinç ve şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak ilk fırsatta bulup aldığım en sevdiğim meyvelerimi mideye indirirken etrafı seyrediyorum.
Ne de olsa buradan yani Münih Havaalanı’ndan Ostbahnhof’a geçecek olan tren saatime daha epey var. O esnada dakikalarca hazırlık yapan bisikletçi bir hanıma rastlamış olmak tesadüf olamaz diye düşünüyorum.
Benim için Avrupa’nın en büyük cazibesi; bisiklet ve bisiklet yolları! Ve ilk gördüğüm durumun bu olması epey ilginç.
Neyse ki bu düşüncelerle hızla akan zamanın sonunda kendimi trendeki bir koltukta buluyorum. Kırmızı büyükçe bir bavulum ile mavi bir sırt çantamın yanı sıra cüzdanımı, pasaportumu ve diğer acil ihtiyaçlarımı taşıdığım boyundan askılı, sarı bir yan çantam var. Böyle sayarken kalabalık bir grup gibi görünse de kamplı konaklamalarda çok daha fazlasını taşıdığım için şu an tüy gibi hafifim aslında.
Birkaç durakta ulaştığım Ostbahnhof, ikinci bekleme istasyonum. Aslında burası Münih’in, şehirlerarası birçok trenin geçtiği ana bir geçiş hattı. Nitekim ben de İtalya’nın Verona şehrine giden trene binip Avusturya’nın Kufstein şehrinde ineceğim. Şu cümleyi kurmak bile beni inanılmaz mutlu ediyor. İçinde İtalya, Verona ve Avusturya kelimeleri geçen o şiirsel ahenk.
Bu umut dolu bekleyiş, bu kalp çarpıntısı, bu merak başımı döndürüyor. Hiç bu kadar istekli ve mutlu, üstelik özgür ve cesur olunur mu?
Sanki tarih daha dün 08.08.2022 değildi. Sanki daha dün tencere tencere aşure yapıp dağıtmamışım gibi. Hatta ondan bir gün önce, 5 günlük gençlik festivalinden dönmemişim gibi. Doyasıya müzik dinlediğim bu kamptan gelir gelmez kirlileri yıkayarak yeni valizimi hazırlarken bir yandan yılda bir kez gerçekleştirdiğim seremoniden vazgeçememem benim suçum değildi elbette. Tatlı bir alışkanlık, bir motivasyon şekli diyelim.
Dün dostlarımın ağzını tatlandırırken bugün benim damağımda inanılmaz bir lezzet. Kalbimde bir melodi, beynimde bir ritim, ruhumda tarifsiz bir coşku…
Tren gelip de yerimi aldığımda ise sıra sıra yeşilliklerin içine dalarken raylar, benim tempom yükseliyor, ah utanmasam ayağımla ritim tutup naralar atacağım… Hele dağlar yükselip, çimenlerin ve ağaçların rengi daha da canlanınca, durdur durdurabilirsen ruhumun dansını, bendeki bu heyecanı!
Bir ara Kiefersfelden yani Almanya'nın son kentindeydik. Sonra bir bakıyorum ki Kufstein’dayım.
Almanya nerede bitti, Avusturya nerede başladı hiç anlamadım oysa. Ne pasaport kontrolü ne sınır polisi. Trenden inip daha bu şaşkınlığı atamadan üzerimden, hiç beklemediğim aralıktan çıkan, 1 hafta misafiri olacağım ev sahibimin sesi, neşesi ve kucaklaşması ile bir daha sürpriz yaşıyorum.
Nasıl mutlu ve samimi bir karşılamaaa…
Kısa bir araba yolculuğundan sonra asıl konaklayacağım köye geliyoruz, Radfeld’e! Ahhh o müstakil evlerin güzelliğini, ah o ahşap mimarinin beni benden aldığı yeri, bir de 7 gece uyuyacağım odayı görünce sevinçten çığlık atıyorum resmen. Baharat ve odun kokusunun, çimen ve böğürtlen kokusuna karıştığı o muhteşem oda, hele Türkiye kavurucu sıcaklar yaşarken burada tatlı bir bahar kıvamında bu serinlik, bana deliksiz uyku vadediyor.
Birlikte 24 saat bile geçiremeyeceğimiz ev sahibim Muzaffer Abla beni, İnn Nehri üzerinde olan yakınımızdaki minik bir şehre götürüyor akşamüstü. Avusturya’nın en küçük kenti olan Rattenberg’in sevimliliğine şaşmamak elde değil.
Güneş elini yavaş yavaş çekerken bu şehirden, akşam alacasının cümbüşü iniyor sokaklarına. Maviden laciverte dönen pürüzsüz sade bir gökyüzü altında, aynı boyda, tek sıra, rengarenk evlerden ve sokak lambalarından yola yansıyan sarımtırak cılız ışıklar, bende epey merak uyandırıyor.
Üstelik Orta Çağ’dan kalma bu nostaljik yerleşim alanının her sokağı nehir kenarına açılıyor. Hızlı adımlarla bir çırpıda gezdiğimiz şehrin en can alıcı noktası ise Rattenberg’in bitip Radfeld’in başladığı o köşe başı. O kadar minik işte …
O gece ev sahiplerimle aynı evi paylaştığım tek gece oluyor. Ertesi sabah, gün, yüzünü yeni yeni gösterirken mis kokulu yumuşacık yatağımdan uyanıp sabah yürüyüşü için en yakın göl kenarına gidiyoruz. Zaten yolları bile efsane olan bu bölgenin gölünü siz hayal edin. Zira benim hayallerimden bile güzel. Yeşil çayırlardan aşağı inip de nazlı bir gelin gibi çınar ve çam ağaçlarının arkasına gizlenmiş sakin, duru suyu görünce sadeliğine ve mütevaziliğine hayran kalıyorum. Üzerinden usul usul havaya karışan buhar ise gelin tülü misali isteksizce ayrılıyor sevdiğinden.
Bakmaya doyamıyorum, dakikalarca seyreyliyorum masmavi utangaç gelini. İçimi kaplayan o huzur duygusuyla ilerlerken dönüm arkama baktığımda geride kalan, yeşilin bin bir tonu ve onun yakamoz misali suya yansıması…
Çok değil birkaç adım atınca ise bambaşka bir siluet karşılıyor beni. Gururlu, heybetli, yer yer yeşilin yükünü taşıyamayıp boşaltmış dimdik bir dağ ve yine onun çekingen aksi. Öyle bütünleşmiş ki nazlı gelinle, sarıp sarmalamış onu, hatta rengini bile vermiş; yeşile çalar olmuş o sessiz mavi.
Bu dupduru suyun kenarında bir bank çıkıyor karşıma az sonra, biraz ilerde de uzaktan görünen bir ev. Dağın yamacına vermiş sırtını, yeşille maviye dönmüş yüzünü. Bir masal desen değil, bir hayal bir rüya desen hiç değil. Böylesi bir hakikatle yürümek, ağzımı açık bırakıyor resmen.
Şaşkın ve mutlu dönüyorum Reintalersee’den. E gölün adını yazmalıydım di mi ama? Bu müthiş duygularla düşüyorum kahvaltı masasına.
Vay vay vay… Efenim buranın en çok sevdiğim ve tadına bayıldığım ürünü; ekmekleri… Ay çekirdeklisi, kabak çekirdeklisi, tam tahıllısı, keten tohumlusu, chialısı, susamlısı… Hepsi ama hepsi birbirinden leziz. Çünkü ekşi mayalı, tam buğday ekmeğini zenginleştirmişler de ondan.
Sonra ise çeşit çeşit peynirleriiii… Kaşarı hiç söylemiyorum zaten. Ama o, sürmelik kaselerde sebzeli beyaz peynirlerine doyamıyorum. Al ekmeği sür peyniri… Başka da bir şey istemem. İstemem diyorum demesine de ya o organik ürünlerin yetiştiği bahçeye ve leziz kahvaltılıklara gelince ne yapacağım?
Domatesi, salatalığı, biberi, rokası… Hepsini geçtim, daha sonraki günlerde her sabah uyanır uyanmaz yiyeceğim o tatlı böğürtlenlere ne demeli?
Ehhh, bunları da sonra düşünürüm deyip vedalaşıyorum Muzaffer ablayla. Ben yoluma o yoluna… Yani ben İnnsbruck onlar Türkiye yolcusu. Onların yolu açık olsun, sağlıkla varsın oradaki evlerine. Bense Tirol Eyaleti’nin başkenti olan İnnsbruck’taki meşhur noktaları gözden geçireyim.
1- Triumphpforte(Zafer Takı)
2- Wilten Bazilikası
3- Goldenes Dachl(Altın Çatı)
4- Ambras Kalesi
5- Annasaule(Dikilitaş)
6- Bergiselschanze
7- St. Jakop Katedrali
Önce tak ile başlayalım. Neyse ki kolay yerde. Hoop önünden geçiyorum. Şehrin simgesi haline gelmiş bu ihtişamlı yapı, 1765 senesinde Arşidük II. Leopold ve İspanyol prensesisin evlenmesi şerefine inşa edilmiş. İyi yapmışlar canım, ben de görüp yürümeye devam ediyorum.
Tam şaşkın şaşkın, bayıla bayıla yürüyordum ki 12 günlük Avusturya seyahatim boyunca sık sık dile getirecek olduğum bisiklet konusu yine gündemimde.
Ilıman iklimin en güzel avantajı, yaz boyu canlı kalan bu rengarenk çiçekler ve sanat harikası muhteşem mimariden ziyade yine gözüm yollarda. Araba yolu? Tamam. Tramvay yolu? Tamam. Ya şu her sokakta olan bisiklet yolu? Her çeşitte insanın, özgürce sürdüğü o bisiklet yoluuuu…
Kıskançlıktan çatlayacağım. Evet hayran kaldım, evet bayıldım. Ama ben de istiyorummm. Çok şey mi istiyorum? Trafik, araçlar ve bilinçsiz sürücülerle kaybettiğim zaman ve enerjim geliyor aklıma. Bu israftan kurtulmak, benim için büyük bir nimet olacak elbette ki.
Bana ait yolda sürebilmenin keyfini hayal ede ede devam ediyorum. Etrafı dört aziz heykeli ile çevrili, Innsbruck için manevi değere sahip büyük bir sütun olan Annasaule’yi görüyorum.
Bavyera istilasından kurtulmalarının anısına 1703 yılında yapılmış. Hoş bir anıt deyip asıl merak ettiğim Altın Çatı’ya ilerliyorum.
Meğerse o da bir evlilik hatırına 1496 yılında inşa edilmiş. I. Maximilian ve Bianca Maria Sforza adına. İsimleri nasılsa unuturum ama evliliğe verdikleri bu önemi unutmam. Büyük görkemli kapılar, yaldızlı bakır fayanslarla altın çatılar… Bu ne canım? O dönemin insanları ya en mutlu günlerini evlendikleri gün sanıyor ya da evlilik yıldönümünü unutma riskine karşı bu hatırlatıcı eseri dikiyorlar.
Sebep her ne ise bunca zamandır ayakta kalışını ve özenle korunmasını alkışlıyorum. E ben de karşısında keyifle şöyle bir dondurma yerim artık.
Yok yok bir kahve içmeli! Ahh evrendeki şansım yine gelip beni buluyor. Bir çellist ve bir kemancı hemen yanı başıma kurulmaz mı? Ondan sonra da Mozart’lar, Vivaldi’ler, Chopin’ler, Beethoven’lar, Bach’lar havada uçuşuyor. Hayattan zevk alma şeklim yine örülüyor. Nostaljik bir mekân, sanatsal bir manzara, leziz bir kahve ve baş döndüren notalar!
Bu keyifli dakikalardan sonra hızlıca Wilten Bazilikasını görüyorum.
Sonra da dönüş için adımlarken bu sefer de sanki az önceki konser az gelmiş gibi 3 kemancı dikiliyor karşıma.
Uzun süre onları da dinledikten sonra anlıyorum ki ne onlar bitirecek bu hoş melodilileri ne de ben sıkılacağım dinlemekten. En iyisi mi, bana emanet evime geri dönmek.
Aa olur mu öyle? Erkenden gün mü bitermiş? Fatma, Muzaffer ablanın gelini, daha önce yaşadığı Landeck şehrine götürüp ailesi ile tanıştırıyor beni.
Bir de burada öyle muhteşem bir Avusturya yemeği ile buluşuyorum ki her gittiğim yerde ondan söylerim diye korkuyorum. Erişte, makarna benzeri bir karbonhidrat bombasının üzerinde sarımsaklı, yoğurtlu leziz bir sos ve baharatlı soğan kıtırları. Ay bayılıyorum!
İşte şimdi eve geri dönüp uyuyabilirim. Zira yarınki zorlu bir tırmanışa hazırım.
Oh ya serin serin, uzun kollu pijamalarla deliksiz uyumak varmış, yaz ortasında. Sabah dinlenmiş bir bedenle uyanıp o bakımlı böğürtlenlerle güne merhaba diyerek bahçeyi de ziyaret edip, bildiğiniz ekmek ve sürme peynirle azık da hazırlayarak dökülelim yola.
Dedim ya ev sahibim muhteşem; bana bir de araba bırakmaz mı? Asgari ücretin yaklaşık 2000 euro olduğu bu bölgede yarısını kiraya veren kişiler varken benim böyle bir lüksü elde etmem elbette ki fevkalade.
Yollarda, varacağım noktayı bulmaya çalışırken yine birbirinden muazzam dağ ve orman manzaraları ile tırmanıyorum tepelere canım emanet arabamla. Gözlerim o muhteşem doğayı seyreyleye dursun Alpbach’a geliyorum bile. Burası aslında kışın kayak merkezi olan ama yazın hiking için kullanılan ideal bir rota. Araba için otopark olayı ve ücretini hallettikten sonra sıra geliyor lift için bilet almaya. İki durağı olan bu teleferiğin yine beni en çok etkileyen kısmı yan taraflarına bisikletlerin de takılıyor olması. Dağ bisikletçileri çok ama çok şanslı.
Bu arada yavaş yavaş ilerlemeye ve yükselmeye başlayan kabin, yüreğimi hoplatsa da gördüklerim karşısında büyüleniyorum. Git gide ufalan evler ve insanlar, neredeyse nokta kadar kalıyor, seçemiyorum. Onun yerine uzayan dağlar ve büyüyen ağaçlar, ormanlar beliriyor karşımda.
Ve en nihayet son durağa gelip de yürüyüş yoluna başladığımda aldığım doyumsuz nefes, hissettiğim serin meltem ve gördüğüm manzara muazzam.
Bu havadar, yemyeşil Alp Dağının tepesinde kim yürümek istemez ki? Etrafıma bakmaktan kendimi alamadığım için baştan birkaç kez tökezliyorum. Sonra nihayet yola odaklanıp patikayı hızla tırmanıyorum. Ve dik bir yokuşun tepesinde olan ilk durağım Wiedersbergerhorn, tamamdır. Başarıyla buraya tırmanmayı başarıyorum. Elbette bir sevinç pozu alırım.
Pokut ya da Gito yaylası için hayalini kurduğum ancak gittiğimde sisli hava yüzünden bir türlü çekemediğim o meşhur fotoğrafımı burada Heidi’nin Alp Dağlarında çekmek nasip oluyor. Şu selfie çubuğunu ilk defa böyle verimli kullanıyorum.
Üzerimi değiştirdikten sonra yola devam ediyorum. Şimdiki hedefim çok daha uzak ve yüksek. Ama sonuçta adım adım her yol biter deyip keyifle ilerliyorum.
İlk hedefe çıkarken etrafımda olan tek tük insanlar da azalıyor, kimsecikler kalmıyor, dağ başında patikada yalnız ilerliyorum. Ama bu sessizlik ya da doğanın sesi, üzerimde uçan kartalların çığlıkları ve kanat sesleri, rüzgârın uğultusu, otların hışırtısı, arıların vızıltısı, aşağıdaki ormanın şarkısı, hepsini ama hepsini kalbimle duyuyor, ruhumla sarılıyorum.
Ne çok özlemişim doğayla baş başa kalmayı. Onu böyle derinden hissetmeyi.
Biraz da tehlikeli olan bu sarp yamaçları yürürken hem korkuyor hem merak ediyorum. Bir yanım dönsem mi acaba diye tereddüt ederken bir yanıp hedefinden şaşma, o zirveye de çık, öyle dönersin diyor. Tabi zirveci yanım ağır basıyor. Bu kararım beni çok mutlu ediyor, çünkü sonra saatlerce yürüdüğüm bu destinasyonda saklanmış çivit mavisi göller, tepe üstünde yalnız su birikintileri ve yine dağlar ile kartallar çıkıyor karşıma.
Ayaklarımın beni taşımaya zorlandığı o dik yokuşlu son metreler gözümde büyüse de vazgeçmek yok.
Tepenin ucundaki iki üç insan boyundaki ahşap haçın olduğu hedefime ulaşıyorum. Standkopf!
Tek başıma burada biraz dinlenip soluklanıyorum.
Sonra gururla geri dönüyorum. Uzun ve zorlu aşamayı geçtikten sonra teleferik istasyonuna yaklaştıkça manzaraya karşı banklar sıklaşıyor yolumda.
Nihayet ben de biraz dinlenmeye karar verdiğim bir tanesinin hemen arkasında Milka ineklerini görüp çanlarını duyunca neşem deha da artıyor.
İster istemez Heidi’yi düşünüyorum. Hani bizim kuşağın favori çizgi filmlerinden olan. Peter’i arıyor gözlerim. Büyükbabasını… Bu dağlar, o dağlar işte…
Ben de şu an en az Heidi kadar mutlu ve çoşkulu hissediyorum, bankta oturmuş ayaklarımı sallayıp etrafı seyrederken.
Bittiği için üzüldüğüm bu efsane rotanın sonuna gelirken, biraz daha dikkatle bakıp, çan seslerini dinliyorum. Belki bir gün yine gelirim ha?
12-13 kmlik bu zorlu yürüyüş ve tırmanıştan sonra eve döneceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz! Burada tanıdığım Fati ve Adem çiftine uğrayacağım. Zira evleri yolumun üzerinde. Hem burası yani Reith, çiçekli evleri ile meşhur bir Avusturya köyü. Üstelik minik de bir gölü var ki etrafında dolaşmak inanılmaz huzurlu.
Uzaklarda yine o ahşap, çiçekli evler, yemyeşil nefes alan dağlar, ormanlar ve hemen önümüzde tertemiz, sakin, etrafındaki güzelliklerin yansımalarının renginde bir göl.
Sadece o mu? Bir başka köşesine gidince de kilisesi ile muazzam bir görüntü oluşturan Reith köyünü görebildiğim başka efsane bir manzara çıkıyor karşıma.
İçimden bir ses bu gölün kenarında Avusturya’nın yöresel kıyafeti ile dolaşsam ne hoş olur diyor.
Abraka dabraaa…
Ve sonra bir bakıyorum ki hayallerim gerçek olmuş. Masalsı bir rüyanın içindeyim adeta. Kâh etrafında yürüdüğüm, kâh durup kahkahalar attığım, bazen oturduğum bazen de güneşlendiğim rengarenk, neşeli bir düş görüyorum.
Zamanın içinde başka bir zaman. Bambaşka bir an. Belki de zamandan çalınmış bir saat aralığı. İşte öyle geliyor bana son olarak, Alp Dağını, Reith Köyünü arkama alıp gölün üzerinde siluetinin izlendiği bu yanılsamada, çıplak ayak çimenlerde dans ederken!
Ahh Avusturya, Tirol bölgesi ve gölleri… Bitti mi sandınız yoksa? Avusturya, İsviçre ve Almanya’nın ortasında bir göl daha var ki… Bodansee ya da diğer adıyla Konstanz Gölü onu da civarındaki şehirlerle beraber bir başka yazıda anlatacağım.
Ama bu bölgede olan bir gölü daha ziyaret etmek istiyorum. Achensee…
Bir dağ gölü olmasına rağmen ortalama sıcaklık beklenenden düşük olup rüzgâra elverişli olduğundan sörf de yapılan bu tatlı su birikintisi, beni sürpriz bir yağmur ile karşılıyor. Buna üzülmek yerinde anın tadını çıkarıp rengarenk şemsiyeyle havalara uçtuğum an ise ölümsüzler arasına giriyor.
Dönüşte ise tam da ülkenin adıyla özdeşleşmiş bir görüntü gözüme çarpıyor. Zümrüt yeşili bir çayır, onun etrafını saran orman yeşili, uzaklarda ahşap evler ve onun da gerisinde pers yeşili dağlar. Böyle bir manzaranın ortasında olmak, bu anı hatırlamak güzel bir uyku çekmek için yeter de artar bile!
Sabah muhteşem bir enerji ile uyanıp yine evin bisikletlerinden birini alıp hazır evin önü de bisiklet yoluyken gönlümce sürüyorum, endişesiz.
Sonu olmayan, uçsuz bucaksız bir yeşil yol. Etrafı dağ, orman, çayır ve nehirlerle kaplı!
Gel de sevme bu ülkeyi, bu kuralları, bu disiplini. Belediye çöpleri alırken kilosuna göre ücret alıyor, ah ne muhteşem bir uygulama! Organik ürünler toprağa ya da çiftçilere doğal gübre olarak, kağıtlar, camlar, plastikler de atık kutularına atıldı mı hem geri dönüşüm kazanır hem çöp hafifler! Bravo gerçekten. Sonuç? Tertemiz bir sokak, cadde, mahalle, köy, şehir ve ülke!
12 günlük Avusturya maceramın sadece ilk 3 gününden bahsedebildiğim bu uzunca yazımda ne Swarovski Müzesinden söz edebildim ne de Bodensee’den.
Swarovski, zaten tek başına bir anlatım konusu. Öyle sürpriz dolu ve esrarengiz ki beni kendisine hayran bırakıyor.
En az küpe ve yüzükler kadar maliyetli olan pırlanta taşlı bir kalemi kendime hediye alıp yine pırlanta kanatları olan melek rolünde ayrılıyorum bu göz kamaştıran müzeden.
Salzburg ve Viyana’yı ise ayrıca tanıtacağım.
Avusturya'nın Tirol bölgesini özetlersek;
dağ, göl, orman, çayır, bisiklet yolları ve İnnsbruck'tan oluşuyor. Bol bol yeşillik, göl kenarları ve spor. kimi zaman bisiklet sürülüyor kimi zaman trekking ya da hiking yapılıyor. Gölde yüzme ve sörf de unutulmasın lütfen. Benim aklımda kalan bunlar.
Öyleyse ayrılık vakti. Maceranın devamı sonraki yazılarda… Görüşmek üzere…
Her cümleden sonra hayranlıkla acaba ne ile devam edecek dediğim bir yazı olmuş. Değil sıkılmak devamı nerde diyorsun adeta. Eline sağlık Nuray, Sabırsızlıkla devamını bekliyorum. Sevgiyle…
Gidilmeden önce okunmasi gereken bir yazı olmuş, elinize sağlık
Güzel arkadaşım keyifle yazını okudum, sanki oralarda seninle dolaştım 🥰 Hele o fotograflar, bayıldıııımmm. Her biri kart postal gibi güzel, tabii ki içinde sen ve güzel enerjin de olunca muhteşem bir görüntü olmuş 😍 Yolun açık olsun 🤗
keyifle okunan çok güzel bir yazı. Nuray Hanım. çok güzel... 😍
Doğasına, görsellerine hayran olduğum ve o anda orada olmayı çok arzu ettiğim, muhteşem coğrafyada gerçekleştirmiş olduğunuz seyahat yazınızı okurken kendimi adeta oralarda o anları yaşıyor olarak hissettim, bizleri o güzel hayal dünyasına götürdüğünüz, yaşattınız için sonsuz teşekkürler, elinize, yüreğinize, emeğinize sağlık, herşey muhteşem 🙏