Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde memleketin birinde küçücük bir kız çocuğu yaşarmış. Bu kız öyle neşeli öyle meraklıymış ki annesi sorularına yetişmekte zorlanıyormuş. Bir gün yine öyle bir soru sormuş ki annesi ne cevap vereceğini bilememiş!
Annecim, haritanın bu kırmızı çizgilerle olan kısmına niçin gidemiyoruz?
Çünküüüü, çünkü yasak da ondan kuzucuğum! deyivermiş.
Küçük kızın eliyle gösterdiği yer Türkiye’den başka bir yer değilmiş.
Annesi yasak demiş demesine de aradan günler geçmiş haftalar, aylar derken birden bir mucize olmuş. Küçük kızın merak ettiği yere zorunlu göç başlamış ve onun ailesi de bu göç dalgası içinde kendilerini Türkiye’de buluvermiş.
O kız serpilip büyümüş ve günün birinde bir de oğlu olmuş.
Aradan tam 30 yılı aşkın bir süreden sonra çocukluğunun memleketine 12 yaşındaki oğlunu da götürmeye karar vermiş. İşte bizim hikayemiz tam da o anda başlıyor.
Pandemi öncesi yapılan plana, salgının izleri yok olduktan sonra sadık kalmaya çalışıyorum aslında. Epeydir aklımda; Covid’in hemen öncesinde çifte vatandaşlığını almayı başardığım oğlumu yurt dışında ilk nereye götüreyim diye…
Türlü türlü seçenekler geçiyor aklımdan; Mısır, Paris, Dubai…
Ama zihnimde çıkmayan ve sürekli onu meşgul eden tek yer var aslında; doğduğum topraklar, Bulgaristan.
Mevsim olarak da kış olunca içine kar ve kayak giriyor elbette. Böylece gideceğimiz yer de nokta atışına dönüşüyor; Bansko.
Kırcaali, Plovdiv, Sofya ve Burgaz için sıcak bir mevsimde tekrar gideriz diyorum.
Heyecanla karne gününü bekleyip oğlumla sömestr için yaptığımız bu ilk yurt dışı planını iple çekiyoruz.
Sonunda da o gün gelip çatıyor. Valizler, hazırlıklar derken kendimizi Türkiye-Bulgaristan arasındaki Kapıkule Sınır Kapısında buluyoruz.
Uzunca bir pasaport kontrolünden sonra neyse ki yola koyuluyoruz. Ülkenin batısına doğru 5-6 saatlik yolun sonunda da nihayet bu dağ kasabası Bansko’dayız. Pirin Dağlarında yer alan bu sevimli ilçe Bulgaristan’ın Blagoevgrad şehrine bağlı.
Neredeyse batıda Makedonya’ya, güneyde ise Yunanistan’a yakın olan bu kayak merkezi aynı zamanda Balkanlar’ın Kış Başkenti olarak da biliniyor. 13 bin nüfuslu küçük yerleşim yeri olan Bansko, ayrıca en iyi festival güzergahı ödülüne de sahip. Jazz Fest, Bansko Film Fest, “Bohemi” Balkan Müziği Festivali, “Bansko Bite”, “Bale Festivale’’ bu etkinliklerden bazıları.
4-5 yüzyıl önce kurulan bu tarihi köyün etrafında verimli toprak olmadığı için yüzyıllar boyu zanaat ve ticaretle uğraşıp geçimini sağladıktan sonra günümüzde bulunduğu muhteşem konum dolayısıyla bir kayak cenneti.
İşte bu göklere yakın tertemiz havası olan nostaljik köyde biz de otelimize yerleşip geçmişin izlerini sürmek için dışarıya çıkıyoruz.
Elbette temel amacımız kar ve kayak ama bu güzel, güneşli günde minik bir şehir yürüyüşü fena olmaz.
Her ne kadar daha önce burada bulunmuş olsam da hep karla kaplı halini görmeye alışkın olduğumdan beyazın dışında bir renkte burayı izlemek beni şaşırtıyor.
Sanki ilk kez keşfediyormuşum gibi dolaşıyorum oğlumla eski şehir ya da old town denilen bu bölümü. Trafiğe de kapalı olan bu alanın caddelerinde bol bol hediyelik eşya dükkânı ve meyhane bulunuyor. Meyhane ya da Bulgarca söylemi ile krıçma olan bu mekanlardan yükselen, yöreye ait halk müzikleri kanımı kaynatıyor adeta.
Keyifle bu müzikleri dinleyip gelen leziz kokuları içimize çekerek hediyelik eşya dükkanlarını dolaşıyoruz. En sonunda birkaç magnette karar kılıyoruz.
Meydana kadar yürürken sağdaki Trinity kilisesi gözüme çarpıyor.
Günlerden de pazar olduğu düşünülürse belki de dilek dilemek ya da dua etmek için güzel bir fırsattır deyip dalıyoruz içeriye. Kiliselerin süslemeleri, freskleri ve mum kokusu hep dikkatimi çekmiştir. İşte bir yenisi daha…
Çıktığımızda meydana birkaç adım kalmış oluyor zaten…
Birkaç yıl önce bir yılbaşını burada kutladığımı hatırlıyorum gülümseyerek…
Şimdiyse oğlumla çılgın fotoğraflar çekilerek otelimize geri dönüyoruz.
Onun, daha fazla dışarı çıkası yok ama benim merakım devam ediyor. Yukarıdaki Bansko fest’e de bir göz atmak istiyorum. Gondolun yanına geldiğimde önce pistlerin haritasını inceliyorum detaylıca.
Yaptığım hesaplamalara mavi çizgili pistler kolay olanlarsa aşamalı olarak yukarıya kadar çıkabiliriz. Tabi hava durumuna da bağlı. Sonra da ücretlere göz gezdiriyorum; günlük, yarım günlük ve yetişkin, çocuk kriterlerine göre değişen fiyat listesini inceliyorum. Tek gidiş geliş 40 leva. Tam gün sınırsız, yetişkin için 75 leva, 12 yaş altı çocuk için 35 leva. Gondolla Bunderishka Polyana’ya kadar çıkılabiliyor. Yani en yoğun ve en kalabalık olan alana kadar. Hazır kayak takımı ve ayakkabılarım yokken yukarı böyle boş boş çıkmak çok eğlenceli olacak.
Boşluğa sallanan gondolda tek başıma olmak beni biraz ürpertse de yukarı çıktıkça aşağıda kalan manzaraya hayran oluyorum.
Yeşil çam ormanı kaplı bir dağ ve süzülen bulutlar. İçim pamuk gibi. Hele iyice yükselip Bansko’yu yukarıdan görünce hem korku hem sevinç hissediyorum. 'Nasıl muhteşem bir yer ve nasıl yüksek bir teleferik!' arasında gidip gelen düşüncelerimle birlikte yarım saatlik kar manzaralı dağ ve orman görüntüsünün sonunda hedefe ulaşıyorum.
Gondoldan iner inmez de Bansko Fest ödül törenini izlemeye gidiyorum. Hem ödül törenini hem etraftaki dağları video çekeyim derken çok şaşırtıcı bir sürpriz oluyor. Billboard’a görüntü yansıtan ana kamera da beni çekiyor.
Şaşırmakla birlikte çok mutlu oluyorum. Bunun üzerine seyirci tribününden aşağı inip sıcak şarap alıp ortamın ve anın tadını çıkarıyorum.
Otele döndüğümde ise beni havuz macerası bekliyor. Zira oğlumu bunun için saatlerdir beklemiş olarak buluyorum. Koşa koşa havuza iniyoruz. Sıcak ve aydınlık havuz kenarında bir de çiçek kokusu duyuyorum. Temizliğine ikna olunca da bırakıyorum kendimi yumuşak sulara.
Ondan sonra gelsin türlü oyunlar, yarışmalar. Yüzme yarışı, nefes tutma yarışı, su dolu boneyi kafaya geçirme oyunu vs vs.
1 saatin sonunda yorulunca da önce sıcak saunaya girip dinleniyoruz ardından buhar odasında birkaç dakika ve yine koşarak odamıza çıkıp duş alıyoruz. Akşam yemeği için hazırız.
İşte benim otelle asıl duygusal bağım o yemek salonunda kuruluyor. Musakkayı görünce önce şaşırıyor. Sonra da ne kadar özlediğimi hatırlıyorum. Ağzıma bir kaşık götürdüğümde ise tüm nöronlar bir anda hızla çalışıp beni tarihte 30 yıl öncesine götürüyor. Bir anda o küçük kız çocuğunu görüyorum karşımda; şımarık ve kaygısız. Epey de mutlu. Önünde bu patatesli musakka.
Tıpkı annemin yaptığı gibi düşünmeye devam ediyorum çiğnedikçe patatesli musakkayı. Artık ben bu anda değil geçmişte yaşıyorum resmen. Aslında sadece bu değil, unutulmaya yüz tutmuş birçok lezzet daha görüyorum orada. Hepsini keyifle yerken istemsizce gülümsüyorum.
Muhteşem bir günün sonunda 3 günlük kayak macerası için koyuyoruz başımızı yastığa. Sabah kuvvetli bir kahvaltının ardından ise kayaklarımızı almaya gidiyoruz. Ekipman için önerilen ise Ski Mania; hem gondola yakın hem malzemeleri kaliteli.
Dün tek başıma çıktığım yarım saatlik gondol sefasında, bu sefer oğlumla beraberim.
Yukarı çıktığımızda ise onun için yepyeni bir heyecan başlıyor. Snowboard’u deneme zamanı gelmişti. Ama tek sıkıntımız, eğitim almak istememesi ve kendisinin başaracağında ısrar etmesi.
Yarım günlük zorlu denemelerden sonra nihayet bu işi Uludağ’a erteleyerek tekrar aşağıya şehir merkezine inip ona da kayak takımı kiralıyoruz. Asıl eğlence işte şimdi başlıyor.
Nihayet tüm kalabalığın olduğu alandan yukarıya çıkabiliyoruz. Pistlerin uzunluğuna ve güzelliğine bir daha hayran kalıyorum. Böylece sisli havaya rağmen de keyifli bir öğleden sonra geçiriyoruz.
Tabi dönüşte, bir de saatler süren gondol sırası olmasa çok daha çekilir olabilir. Bu bekleyişin gerginliğini ise otelin havuzunda atıyoruz. Yine havuz, sauna ve buhar odası üçlüsünden sonra o leziz akşam yemeği.
İkinci gün bir çılgınlık geliyor aklıma. Kayaktan sonra sıcak bir mekânda oturmuş şarap içerken birden fırlıyorum dışarıya. Koşarak karın en derin olduğu yere ulaşıp dikkatlice çıkarıyorum kayak ayakkabılarımı. Sonra da yavaşça çoraplarımı. Bu andan sonra da hiç tereddüt etmeden basıyorum buz gibi beyaz halıya. Her adımda gömülüyor ayaklarım. İlk saniyelerde soğuğu hissetmesem de gittikçe bıçak kesiği acısı yerleşiyor yüreğime. Hızla ayakkabılarımın üzerine dönüp üzerine bastığımda ise sıcakmışçasına yanıyor ayacıklarım. Üzerinde tüten dumanı görmemek mümkün değil. Bu benim için ilk ve unutulmaz bir an! Tabi az sonra tuttuğum telefona kar topu atıp onu karın içine düşüren oğlum için de ilk ve unutulmaz bir an oluyor. 😊 Bütün bunlar bizi iyice havaya sokuyor. Yüksek sesle çalan hareketli disko şarkılarına kaptırıyoruz daha sonra kendimizi. İnanılmaz eğlenceli bir gün!
Aslında bu ikinci gün de ilk gün gibi Kolarski teleferiği ile Shiligarnika’ya doğru sırasıyla 6, 4 ve 1 nolu pistleri kullanarak kayıyoruz bol bol. Ama 3. ve son gün yeni bir şeyler denemenin zamanı geliyor. Banderitza 1 ve sonra Banderitza 2 teleferiklerini kullanarak en üst noktaya, zirveye çıkmaya karar veriyoruz.
Oğlum biraz isteksiz olsa da onu da ikna ediyorum bir şekilde. Benden iyi kaymasına rağmen istememesini anlayamıyorum. Ancak ilk teleferik, bulutları delip geçince ikimiz de şok oluyoruz. O nasıl bir güzellik. Bütün sisli ve kasvetli hava aşağıda kalmış, güneşin parlak yüzü ve aydınlık bir manzara çıkmıştı ortaya.
Gözlerime inanamıyorum. Bakmaya doyamıyorum. Tam fotoğrafını çekeyim derken de heyecandan az daha telefonu düşürüyordum ya neyse.
Öyle hayran hayran bakmaya devam ederken de çoktan geliyoruz. Kayaklarla inmek için geç kalınca da kendimi yerde yüzümü kara yapışmış şekilde buluyorum gelir gelmez. Bir burayı öpmediğim kalmıştı. Zor bela toparlanıp ikinci teleferiğe atıyoruz kendimizi. Ama ben gözlerimi ayıramıyorum bu beyaz tüllü dağlardan… Aldığım haz, tarifsiz.
Todorka denilen zirvede efsane anılarımız oluyor oğlumla.
Heybetli dağlar, onların beyaz örtüsü ve pasparlak bir güneş… Sanırım daha fazlasını hayal edemezdim…
Sonra ne mi oluyor? O uzuuunn, upuzun, pistten aşağıya kadar kimi zaman yuvarlanarak, kimi zaman yürüyerek, kimi zaman da kayarak inmeyi başarıyorum.
Yok canım bunda pistlerin sarp ve engebeli oluşunun hiç kabahati yok. Tabi oğlum benden yarım saat önce inmiş olabilir.
Yalnız kolay denilip mavi ile işaretlenen pistlerin eğimi, dikliği beni çoğu yerde şaşırtıyor. ‘İyi ki kolaymış, zor olsa ne yapardım?’ dediğin anlar olmuyor değil.
Neyse sonuç olarak zirveye çıkma cesareti gösterdiğimiz için ikimizi de kutluyorum oğlumla.
Dönüşte ise gondol sırası beklememek için taksi ile inmeyi planlarken Banderiska’dan Bansko’ya, öyle güzel bir tesadüf ile otelimizin kayak okulu servisine denk geliyoruz ki çok mutlu oluyorum. Bizi alma inceliği göstermeleri ise tam bir şans!
Otele dönüş yolunda, henüz teri soğumamış bedenlerimize aldırmadan dondurma alıp yememiz ise tam bir risk! Yok karda yalın ayak yürümeler yok kışın buz gibi havada dondurma yemeler... Aksiyon mu demeliyim, maceraperestlik mi bilemiyorum. Ama bugün hasta olmazsak daha da olmayız diye düşünüyorum içinden.
Bu son gecede otelin mutfağından ayrılıp Bansko’da çok sayıda olan şu meyhanelerde tekrar bir nostalji yaşamak istiyorum. O yüzden oğlumla azıcık atıştırıp onu odada bırakarak yalnız yürüyorum old town sokaklarında.
Gündüz pistlerin kalabalığının ve gondol sırasının aksine gece çok sessiz ve ıssız.
Kimseler yok cılız sokak lamasının ışığında. Geçmişi epey eskiye dayanan tarihi evlerin arasında şarkı söyleyerek yürümek ise başka bir zevk!
Sükunetin tadına varınca da bir şeyler atıştırmak için yer aramaya başlıyorum kendime. İki seçenek var aklımda. İlki Dyado Pene!
Önüne kadar geliyorum bu sevimli restoranın ama ya bu akşam hiç açılmamış ya da erkenden kapanmış olsa gerek. Bu durumda şansımı ikinciden yana kullanacağım. Lovna sreşta!
Gündüz oğlumla bol bol fotoğraf çektiğimiz yer hani. Ve neyse ki orası açık ve bana da epey yer var.
Özlediğim bir lezzet var; epeydir aklımda. Yemeden de gitmek istemediğim bir tat. Çoban salatasının üzerine peynir rendesi. Ama öyle sıradan bir peynir değil. Buraya, bu yöreye has bir lezzet. Belki duymuşsunuzdur? Adı Şopska Salatası. E tek başına olur mu öyle? Yanına bir kırmızı şarap da alayım. Sıcaklardan da Pırlenka fena olmaz. Ahh biz göçmenler, hamur işinden vazgeçemiyoruz. Kaşarlı mı peynirli mi sarımsaklı mı diye düşünürken hepsinden karışık deyiveriyorum.
Siparişi beklerken de etrafı inceliyorum.
Kırmızı masa örtüleri, kahverengi seramik kürdanlık, buraya has ve benim çocukluğuma. Biraz özlem kokar biraz da acı… Ama en çok da masumiyet… Öyle derinden duyuyorum ki bu kokuları… Ne şömineden yayılan odun çıtırtısı bastırabiliyor bunları ne de is kokusu.
Az sonra gelen kırmızı şarap da hafifletmiyor duyduğum hüznü. Hatta şopska ile pırlenkanın desenli porselen tabakları derinleştiriyor geçmişin izlerini.
Bu melankoliden kurtulmalıyım deyip yer yemez atıyorum kendimi Bansko sokaklarına. Buz gibi tertemiz dağ havası iyi geliyor. Daracık, kıvrımlı sokaklarda yürürken yanaklarımın pembeleştiğini, yüzümün ve dudaklarımın yandığını hissedebiliyorum. Hafiften de kar başlayınca, az önceki hüzün, coşku ve romantizme dönüşüyor. Son gece için fevkalade bir final.
Sabah ise bembeyaz bir sürpriz karşılıyor bizi. Dayanamayıp kahvaltıdan önce biraz daha yürüyorum. Dans eden balerin misali kıvrıla kıvrıla aşağı inen her kar tanesini yakalamaya çalışıyorum gözlerimle ama ne mümkün. Hızları ve senkronizasyonları, her defasında hayran kaldığım bir mucize.
Bu manzara eşliğinde ediyoruz son kahvaltımızı. Ama beni bekleyen son bir sürpriz daha var orada. Üzeri soslu, fırında makarna almıştım acaba aynısı mı diye merak edip. Dikkatlice çatalı ağzıma götürdüğümde, aldığım tada inanamıyorum. Gözlerimi kapatıp, yavaş yavaş çiğnediğimde ise tükürük bezlerimden ziyade yine kalbim ve zihnim devreye giriyor. Önce yüzümde kocaman bir gülümseme sonra ise göz pınarlarımdan aşağıya süzülen minicik parlak damlalar. İşte yine o tat. O şekerli makarna tadı. Zaman ve yer karmaşası yaşıyorum o anda. Panagyurski Kolonideki evimizin mutfak masasında buluyorum kendimi. Annem fırından sıcak sıcak yeni çıkardığı fırında makarnayı dilimliyor ve ben büyük bir hazla yiyorum. Tam 30 yıl öncesine ait bir anı.
Gözlerimi açtığımda ise otelin restoranında, makarna yediği için ağlayan bir kadın görüyorum. Olacak iş değil. Oğlum çoktan odaya gitmiş. Meğer ben yalnız oturuyormuşum. Toparlanıp ben de çıkıyorum peşinden. Ve artık eve dönmenin vakti geliyor.
Dönüş yolculuğu tam bir kış masalı tadında oluyor; önce kayın ve çam ağaçları sonra köknar, gürgen ve çınarlar süslüyor manzaramızı. Beyaz bir tül ile örtünüp beyaz bir halı sermişler yolumuza. Bir uğurlama ancak bu kadar asil, bu kadar şefkatli ve masum olabilirdi. Bu son sarılma, bu son buse, bu son veda tam şanına yakışır oluyor. Hoşçakal Bulgaristan, hoşçakal Bansko!
Not: 1. Gidip göremediğim açık havuzları olan kaplıca seni unutmadım. Buraya yolu düşenler Banya’yı da görmeyi atlamasınlar.
Nuray hanım, evladınız ile birlikte doğduğunuz topraklara gerçekleştirmiş olduğunuz seyahatiniz sırasında her birey için çok değerli olan çocukluk anılarınızın küçük bir kısmını bile olsa oğlunuza anlatabilmeniz, birlikte o anlara geriye dönmeniz, tekrar yaşamanız görüyorum ki sizleri çok mutlu etmiş, inanıyorum ki eksik kalan yerlerinide gelecekte tamamlayabilme fırsatı bulacaksınız, size o anları bizlerle paylaştığınız için sonsuz teşekkürler, sağlıklı, huzurlu ve başarılı uzun ömürler diliyorum 🙏
Muhteşem... Geçmişle anın karşımı beni çok hüzünlendirdi, gözlerim yaşlı .. teşekkürler sayenizde görmediğim bir yeri görüp gezdim ...
En çok gitmek istediğim yerlerden biri benim için güzel oldu fikir sahibi olmak. Artık fotoğraf çektirmek de kolay olmuş, oğlunuzun alıştırmaya başlamışsınız :)