Dakikalardır yol kenarında taksinin gelmesini bekliyorum. Kapatırken telefonun diğer ucundaki kadın, 2 dakikaya gelir demişti en son. Ve kapatalı 15 dakikayı geçmişti. Oysa hiç aklıma yatmamıştı. Yarım yamalak Bulgarcamla adresi mi doğru veremedim acaba? Halbuki kaldığım minik butik otelin adını vermiş ve karşı taraf, tekrar etmişti anlamışçasına. İki gün önce buraya gelirken bindiğim taksi de buraya kadar getirmemişti ki beni; bozuk Arnavut kaldırımları yüzünden. Bir de koruma altında tarihî, eski bir şehir olunca pek geçiş izni de yok.
E ben konaklama seçeneklerini değerlendirirken sırf bu yüzden seçmedim mi burayı? Neyse yoldan geçen rastgele birini durduruyorum; biraz yardım hiç fena olmaz. Bir büyük bavul, bir sırt ve el çantası ile beklemekten yoruluyorum çünkü.
- Affedersiniz 2 dakikaya burada olacağını söyleyen taksiyi 15 dakikadır bekliyorum. Gelen giden yok sizden rica etsem, aradığım numarayı tekrar arasak, İngilizce bilmeyen bu taksi sekreteri ile bir de siz konuşsanız ve Bulgarca olarak açıklasanız!
- Çok isterdim ama ben İspanyolum!
- ...
İngilizce konuştuğum adamın yüzüne şaşkınlıkla bakıp kahkaha ile gülüyorum. Hep birlikte gülüyoruz sonra. Çünkü kendisine doğru telefonu uzatıp ısrarla numarayı aramasını istediğim kişinin İspanyol çıkması hiç beklediğim bir şey değildi. Herhalde Plovdiv'i hatırlayınca, en çok buna güleceğim.
Ama en iyisi mi hikayeye baştan başlayayım. Buraya gelmeden önce bir gece kaldığım, Kırcaali'ye gidelim. Hep mi bir nehir kıyısında kuruluyor şehirler? Hep mi böyle güzel akar şehirlerin içindeki nehirler? Ahhh Arda...
Dillere destan, şarkılara mestan olmuştur. Hakkında ağıtlar yakılmış, hikayeler, romanlar yazılmıştır. Doğduğum ülkenin, doğduğum toprakların ilinde, çalacak bir kapı bulamazken (ki aslında vardır da ben istemiyorumdur) konakladığım otelden çıkıp şöyle bir şehir gezisi yapmak için yürümeye başlıyorum. Ne garip; defalarca gelmeme rağmen bu köprüyü ilk kez geçiyorum sanki. Mevsim sonbahar oluşundan mıdır nedir, ayrı bir güzel görünüyor bu şehir, durduğum köprünün üzerinden. Durup uzun uzun etrafa bakıyorum; vakit ikindi vakti, hava güneşli, rüzgâr yok, kuru nefes alınır bir atmosfer... Ördekler süzülüyor suyun üzerinde sakin sakin...
İçime şöyle derin bir nefes çekip devam ediyorum o bitmeyecek sandığım metrelerce uzunluktaki köprüyü geçmeye. Ve bittiğinde karşıma ilk çıkan Kırcaali kentinin meşhur Şehir Parkı. Neredeyse 60-70 yıl öylece olduğu gibi hiç değişmeden var olan park!
Değişen tek şey, ağaçların boyu. Onun dışında ne oturma düzeni ne heykeller, ne sükuneti ne de huzuru değişiyor. Ve nedendir bilinmez herkesin ama buraya gelen istisnasız herkesin bu sevimli ayı heykeli ile mutlaka bir fotoğrafı vardır.
Aslında araç ile gelindiğinde Kırcaali‘de ilk önce gezip görülmesi gereken yer; Arda nehri üzerine kurulu Kırcaali Barajıdır. Bir diğer yerler ise antik kent Perperikon, Tatul ve Zimzelendir. Ve son olarak da müze olarak hizmet veren Kırcaali Medresesi görülebilecek yerlerden.
Benim yürüyerek ulaşabileceklerimse, üzerinden geçtiğim Arda nehri, içinde huzur bulduğum Şehir Parkı ve şu an rotamı yönelttiğim Kırcaali Pazarı.
Bu pazar, sadece bu şehirde değil aslında tüm ülkede meşhur. Hem yerel halkın hem de turistlerin uğrak noktası olan pazarda, benim tercih ettiğim şeyse, babamın en sevdiği yiyecek olan kebapçe yemek oluyor.
Yöresel ezgilerle çocukluğumun tadını alırken anlamsız bir gülümsemeyle karışık hüzün hissediyorum. 30 yıldır hiç değişmeyen lezzet ve hiç değişmeyen keyif diye düşünüyorum lokmaları çiğnerken.
Ve aynı düşünce ertesi sabah kahvaltı ederken de beni tesiri altına alıyor. Çocukken en sevdiğim, hala vazgeçemediğim iki lezzeti de tadarken; baniçka ve boza...
Kahvaltımı eder etmez otogara gelip Plovdiv‘e kalkan ilk otobüsü sorarken bir hayli heyecanlıyım. Araçla gelmek istemeyişim işte bu yüzdendi; yerel halka daha yakın olup tahmin edilemeyen saatlerde yolculuk yapmak. Yoksa aracımla gelip kimseye temas etmeden, kimseyi görmeden, istediğim her yeri gezebilirdim. İnternet ve navigasyon bunun için yeterdi zira. Ama benim için geziyi güzel ve heyecanlı kılan, özellikle yurtdışı için, dilini bilip bilmemek önemli değil, yerel halkla konuşmak, bir şekilde karşılaşmak ya da karşılaşmak zorunda kalmak.
Ancak Kırcaali şehri için diyebileceğim odur ki: kendinizi Türkiye'deymişçesine hissedebilirsiniz! Çünkü nüfusun çoğunluğu Türk. Bulgar olanlar da Türkçe biliyor ve konuşabiliyor. O yüzden öyle çok da aksiyon dolu olmuyor yani!
Hatta maksimum 15 kişilik olan şu yeni tarz minibüsle Kırcaali - Plovdiv arasında seyahat ederken, midem bulanmasın diye seçtiğim ön koltuk, Türk şoförün yanına denk gelince 2 saat boyunca kendi dilimde sohbet ediyor da olabilirim. Üstelik Rodop Dağlarının muhteşem sonbahar manzaraları eşliğinde. Ve rakım yükseldikçe, bu mevsimde görmeyi sevdiğim o, kırmızı, turuncu ve sarı renklerin en canlı tonunu seyrederken, başka bir ülkenin iki şehri arasında, toplu taşıma aracı ile seyahat etmenin keyfi yerleşiyor yüzüme. Nasıl mutlu olduysam artık...
Ve Plovdiv'e ulaşıyorum.
Şimdi sıra, Booking'den rezervasyonumu yaptığım minik butik otele ulaşmakta. Butik otel dediğime bakmayın, aslında eski, ahşap bir evdeki odalar günlük kiraya veriliyor. Ben de Plovdiv şehrinin Old Town denilen eski şehir bölgesinde kalmak ve daha öncesinde gelip çok beğendiğim bu civarı, bu sefer daha detaylı gezmek istiyorum. Otogardan bindiğim taksiciye, navigasyondan yolu tarif ederken gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Ancak girişin özel güvenlikte korunduğu bu tarihî alanda çok ilerleyemiyor şoför. Ve beni yakın olduğunu söylediği bir alanda bırakıyor. Bense yürümekten de keyif aldığımdan yine yol haritası yardımı ile buluyorum konaklayacağım evi. Ancak ne resepsiyon var ne de ilgilenen bir kimse. Israrla çaldığım zile, orada konaklayan başka bir misafir açıyor dış kapıyı. Sadece müşteri olduğunu söyleyip gülümseyerek geçiyor odasına. Ben her ne kadar şaşkın olsam da büyük, ferah, otantik bir alana kavuşmaktan mutlu hızlıca etrafı inceleyip fırlıyorum sokağa.
İşte Plovdiv‘e diğer adıyla Filibe’ye bunun için geldim aslında. İki yıl önce ailemle gelip üstünkörü gezdiğimiz bu alanı, çok daha derinlemesine hissetmek için. Ve en önemlisi, ilk geldiğim gün kapalı olan Filibe Antik Tiyatrosunu ziyaret etmek için. Zaten çok yakın olan girişi hızlıca bulup biletimi alıyorum.
Günün son saatleri olduğundan güneşi kaçırmak istemiyorum. Güvenliği geçip açık kapıdan girince anlamsız bir hüzün, bir duygusallık kaplıyor içimi. Tüm Yeni şehri arkasında bırakan sahneyi görüp ağır ağır taş merdivenleri inerken aniden dökülen gözyaşlarımı ne ben anlatabilirim ne de siz anlayabilirsiniz. Sanırım ben de anlayamıyorum.
Güneşte ısınmış beyaz taşa, elimle dokunup tarihte yaptığım yolculuk mu sebep oluyor buna, daha önce çok isteyip girememişken şimdi başarmak mı bilemiyorum! Ama bildiğim şu ki 4000 yıllık geçmişi olan bu şehirde Makedonya Krallığı, Trakya Krallığı, Roma İmparatorluğu, Bizans imparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu yüzyıllarca hüküm sürmüş olmasıdır. Ve Meriç Nehri kenarında kurulu olan Plovdiv, dünyada yaşamın başlayıp hala devam ettiği 10 şehirden birisidir...
Ve ben tarihe şahitlik etmiş bu merdivenlerden inerken, zaman kavramını yitirip yine havada asılı kalmış konuşmaların ve bulanıklaşmış eski görüntülerin ağırlığıyla duygulanıyorum. Ey seni koca, şişman, yaşlı dünya! Sen nelere şahitsin! Zaman nasıl bir kavram! Bitirip tüketiyor bizi ve bir gün geliyor izimiz bile kalmıyor. Adımız bilinmiyor. Sanki hiç var olmamışız gibi... Hiç üzülmemiş, sevinmemiş, hiç âşık olmamışız gibi... Bu dünyadan geçmemişiz gibi! O zaman bu savaş niye? Unutulup gideceksek bütün bu kaygılar beyhude!
Buradan çıkıp Osmanlı mimarisinin hakim olduğu sokaklarda yürüyorum. Arnavut kaldırımlarını severim, cumbalı tarihî evleri de severim. Hele bunların arasında ağaç varsa, bir de renkleri sarı-turuncuya çalıyorsa bayılırım. Ba-yı-lı-rım!
Sokaklarda yürürken karşıma bir de kemancı çıkarsa işte o zaman keyfime diyecek yok. Dakikalarca dikilip izlerim. Of ya sadece kulağıma değil, zihnime, ruhuma da öyle iyi geliyor ki keman sesi.
Belki bu hafif serin havada, güneşin yüzümü ısıtırken, meltemin okşayıp geçmesidir beni böyle bir hoş eden! Belki görselliğin mükemmeliyetine eklenen, duyduğum kokudur çocukluğuma ait olan. Tertemiz kuru havadır belki ciğerlerimi dolduran. Belki ertesi sabah muhteşem bir yerde kahvaltı edecek olmamdan duyduğum heyecan!
Sanırım bir bütün olmalı; bütün duygularımı harekete geçiren bu enfes ortam!
Biraz daha tadını çıkarıp, sokakların iyice daraldığı, cumbalı evlerin birbirine iyice yaklaştığı minik bir alandan ok işaretlerini takip ederek yukarıya doğru yürüyorum. Rahat Tepe yazıyor olması da beni şaşırtıyor.
Doğrusu neyle karşılaşacağımı çok merak ediyorum. Uca doğru yaklaştıkça kale duvarları ve kalıntıları görüyorum. Milattan önce 6. yüzyılda Trakyalıların yaptığı bu kaleyi Makedon Krallığı şehri fethettikten sonra genişletmiş. Ben de bu kalıntıların üzerine, biraz da korkarak ağır adımlarla çıkıp aşağıya baktığımda ise yine büyüleniyorum.
Ayaklarımın altında 2019 yılı Avrupa’nın kültür şehri ilan edilmiş Plovdiv'in şehir manzarası; hem tarihî hem modern yapıların arasında, romantik sonbaharın sarı sarı izleri, karşıda Rodop dağları daha yukarda bulutların arasına saklanmış gül yüzlü güneş. Efsane bir manzara, şahane bir ambiyans!
Bir gün önce Arda nehri üzerinde, gün batımını izlerken hissettiğim huzurun bir benzeri gelip yerleşiyor iki omzumun arasına. Tam olarak, izlemekten zevk aldığım bir görsel şölen karşısında olmak değil aslında beni böylesine mest eden! Çocukluğumun kokularını, çocukluğumun anılarını, tatlarını duymak, tek başıma cesaret edip buralara kadar gelebilmek, İsviçre’de attığım o büyük adımdan sonra dünyayı tek başıma dolaşıyor olabilmek! Ve son dakika aldığım Sağlıkçıların İzin Yasağı haberinin ardından salgın hastalığın kol gezdiği bu dünyada, sağlıklı nefes aldığım bu anın tadını çıkarmak! İşte bütün bunlar bir araya gelip beni böylesine keyiflendiriyor!
Ülkeme geri dönüp yine yoğun bir mücadele temposuna girmeden önce son yurtdışı şehirlerinde son gün batımları...
Hoş! Zaten sekiz aydır kâh şehirler arası, kâh ülkeler arası geçişlerin yasak olduğu bir Pandemi sürecinde ilk ve son yurtdışı gezimi de doğduğum ülkeye yapmış oluyorum! Gerek anılarla, gerekse muhteşem manzaralarla dinlendirdiğim zihnimi ve kalbimi alıp sağlık maratonuna geri dönüyorum. O zaman bir başka yurtiçi seyahatinde görüşmek dileğiyle... İmkanlar izin verdiği sürece tabi :)
Çok güzel bir yazı olmuş o sokaklarda geziyormuş gibi hissettim👏😘
yetenek.. bu kadar net ve güzel anlatmak.. kaleminize sağlık.🙂😍
Muhteşem bir yazı olmuş. Kafada Arda Boyları türküsü ve Naim Süleymanoğlu filmi ile harmanlayınca ayrı bir etkisi oluyor insanda. Kaleminize, ayağınıza, kalbinize sağlık.
Güzel insanın güzel kalemimden dede topraklarınk gezdim muhteşem masal tadında bir yazı olmuş ispanyolda unutulmucak bir an
😇🙏Ya Nuray hanımcım ben size ne diyeyim...Fotoğrafların muhteşemliğine mi , anlatımın yüreğe nasıl işlediğine mi ,yazının harika akıcılığına mı , sayfalar dolusu olsa bir solukta okunabilir olmasına mı, bu kadar yakın bir ülke hakkında hiç bilmediğimiz bir çok bilgiyi öğrendiğinize mi, Bursada uzun yıllar kaldığım için çok merak ettiğim O güzelim Kırcaaali insanının yaşadığı yerleri gördüğüme mi dem vurayım... size çoook ama çok teşekkürler iyiki varsınız iyiki sizi tanımışım sağolun varolun 😊🙏