30 Ağustos sabahı Samsun’dan yola çıktığımız bisikletle Karadeniz turu başlasın öyleyseee…
Böyle deyip gün ağarmadan basıyoruz pedala. Tam da heyecanlı heyecanlı sürüyorum etrafa baka baka. Önümdeki yol arkadaşımın önce sağa doğru yatmaya başladığını sonra da ağır çekim düştüğünü izliyorum. Romantik müzik eşliğinde başlamış muhteşem bir filmin kulak tırmalayan bir sesle kopması gibi…Cızırt, pat, küt ve “Ahh!” sesiiii :) Tabi ki endişe ettiğim kadar gülüyorum da (içimden). Neyse herhangi bir sağlık problemi yok, bisikletin yamulan kulakçığını da düzeltiyoruz. Sorun arka bagajın gevşek ipinin tekerleğe sıkışmasıymış. Daha sıkı ve sağlam bağlıyoruz. O değil de yol bisikleti ile yük taşımak zor oluyor. Bir dahakine arkadaşıma da benim gibi tur bisikleti alacağız o kesin. Ve kaldığımız yerden devam ediyor o romantik müzik.
Samsun’a güneşin doğuşunu izleyerek veda ediyoruz. Sakin ve dikkatli yol alıyoruz sürüş boyunca. Düşme vukuatımızla başladığımızdan yol boyu tedirgin ve temkinli ilerliyoruz. Genelde eğlenceli ve tehlikeli olan video, fotoğraf çekimi olmuyor bugün. Yol kenarındaki güzellikleri seyrede seyrede usul usul ulaşıyoruz Ünye’ye.
Tam 85 km yol alıp bulduğumuz güzel ve sakin bir deniz kıyısı oteline yerleşiyoruz.
Sürüş boyunca bol bol sıvı aldıysak da katı gıda tüketmediğimizden kurt gibi acıkan karnımızın sesiyle ilk iş olarak yemek yiyebileceğimiz bir yer sormak oluyor. Alınan tariflerle de ulaştığımız Çakırtepe’nin manzarası, şahane. Tüm Ünye ayaklarımızın altında…
Ferah bir yerde leziz bir yemek yiyor olmanın sevinci ise yüzümüzde!
Elbette pide oluyor tercihimiz. Hem de tek seferde her çeşidini deneyebilmek için karışık söylemek oluyor siparişimiz. Çıtır bir hamur ve köpüklü bir ayran, yakılan 2000 kaloriyi geri kazandırır mı?
Tıka basa doyduktan sonra yürüye yürüye dönüyoruz otelimize, gün batımını önce terastan seyrediyoruz sonra iniyoruz deniz kıyısına…
Denizin çılgın dalga sesleri eşliğinde dalıyoruz uykuya. Sanki cama vuruyormuşçasına hırçın olsa da o yorgunlukla ninni geliyor bana.
Ve yine sabah…
Yine yolculuk var. Saat 5-6:00 civarı çıkıyoruz yola. Hedefimiz Ordu.
Girişinde konakladığımız Ünye’nin içinden sürüp çıkmaya çalışırken o güzelim yazıyı görüp duruyoruz. Şurada birkaç kare anı fotoğrafı hiç fena olmaz yani?
Ve biraz ilerleyince bulutların arkasında doğan güneşi ve kumsalda oynayan köpekleri izliyoruz. Şehrin bu tarafını dün görmediğimiz için şaşkın ve beğenmiş bir şekilde kıyı şeridi boyunca pedala basmaya devam ediyoruz. Dünkü sürüşü düşmeden tamamlamayı başardığımızdan bugün daha cesuruz. Daha neşeli, daha çılgın ve olabildiğince eğlenceliyiz.
Tek dileğimiz o hava durumunda gösterilen yağmurun yağmaması, bulutların bize eşlik edip güneşten koruması ama canları sıkılıp üzerimize boca olmaması. Islanmak en son isteyeceğimiz şey…
Nasıl keyifle nasıl tadını çıkararak yol alıyoruz, inanılır gibi değil. Şarkılar, türküler, şakalar, manzaralar… Etrafımızdaki bitki örtüsünün ise git gide yeşile bulanması, ormanların sıklaşıp gökyüzüne doğru uzanması…
Kara bulutların tepemizde dolaşmasına hiç girmiyorum. Her an yağdı yağacak. En büyük korkumuz devam ediyor; ıslanmak…
Biz yağmur damlalarından korkarken meğer bizi bekleyen başka korkunç durumlar varmış. Ekstrem sporları aratmayacak cinsten. Bisiklet yolu olmayan, arkadaki aracın seni görmediği ya da gördüğü halde hızlıca yanından geçerek rüzgarında savrulduğumuz, uzun, karanlık, korkunç tüneller…
Baştan yürümeye karar veriyoruz. Daracık ve sık sık bölünen kaldırımdan bisikleti taşıma çabamız uzun sürmüyor. Hem çok yorucu hem çok uzun süren bu durumu, iki tünelden sonra değiştirmeye karar veriyoruz. Üçüncü tünel çok daha uzun çünkü. Ve son bir kez derin nefes alıyorum, tüm ATP (enerji birimi) kaynaklarımı bacaklarıma doğru fırlatırcasına basıyorum pedala. Sağa sola bakmadan, neredeyse hiçbir şey düşünmemeye çalışarak sadece vücudumu dengede tutup sürmeye odaklanıyorum.
Ben nefesimi tutarak bitmesi için de dua ederek tamamlamaya çalıştığım bu gürültülü, yer yer sıcak ve nemli, karanlık yolu, arkadaşım daha fazla risk alıp arkamdan, benden bir kulaç sola çıkıp arabalara da işaret ederek çok daha tehlikeli bir şekilde sürüyor.
Ve sonunda, ısrarla önüme baktığım ve her dönemeçten sonra o beyaz ışığı heyecanla beklediğim an geliyor. Nihayet gün ışığı, dolayısıyla tünelin sonu görünüyor. Son bir gayret ve işte dışardayız. 7-8 km’lik yol bana saatlerce sürmüş gibi geliyor. Hızla atan kalp atışlarımın yanı sıra bunu da başarı ile tamamlamış olmanın sevincini yaşıyorum. Öyle ki mola vermeden sürmeye devam ediyoruz. Ve ödül kazanmışçasına güzel bir iniş karşılıyor bizi. En sevdiğim; bu, çok dik olmayan ama pedal çevirmeye de gerek kalmadan inilen yokuşlar. Rüzgârın kulağımdaki sesi, tenimi okşayışını, saçlarımı savuruşunu, her şeyini ama her şeyini seviyorum.
E tabi her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi bizim de önümüze inişten sonra saptığımız o dar köy yolunda dik bir yokuş çıkıyor.
Hedefimize 6-7 km’lik azıcık bir yol kalmış olsa da benim gözümde büyüdükçe büyüyor. Rampayı sürerek çıkmak imkânsız bir hal alınca da başlıyoruz yürümeye. Güneş gittikçe yükseliyor ve ışınları daha dik gelmeye başlıyor. Alnımdan dökülen boncuk boncuk terler bazen rotasını şaşırıp dudaklarımı ıslatıyor. Saçlarım yapış yapış, değil çanta tişört bile ağır gelmeye başlıyor. Kaskın başıma yaptığı baskı giderek artıyor. Bacaklarımı her seferinde bir adım ileri atmak gittikçe zorlaşıyor, üstelik suyumuz da çoktan bitti. Su içme ihtiyacımı düşünmemeye çalışıyorum. O yüzden yol kenarında gördüğüm her meyveye saldırmaya başlıyorum. Kırmızı elma, yeşil elma, incir, erik… Bir yerden sonra o güzelim meyve ağaçları da bitiyor. Yokuşu tırmanmak bir yana düşünebildiğim tek şey su oluyor artık. Su, lütfen birazcık su…
Derken minik, ahşap, yeşilliklerin arasına saklanmış bir ev çıkıyor karşımıza. Acaba burada kimse var mı diye düşünmeye kalmadan, kamburu çıkmış, sevimli bir ihtiyar beliriyor kapıda.
- Amca suyun var mı acaba ya da su içebileceğimiz bir çeşme?
- Olmaz mı evladım, getireyim hemen.
Deyip dalıyor içeriye. Tekrar çıktığında elinde buz gibi soğuk su ile dolu cam bir şişe tutuyor. Aman Allah’ım ne güzel bir içecek ne unutulmaz bir tat. Nasıl iyi geliyor anlatamam. Birer ikişer devirirken bardakları soruyorum bu su nereden diye? Dağ suyuymuş meğer… Dua ede ede ayrılıyoruz. Geriye sadece dik bir yokuşçuk kalıyor canım. Ne kadar zor olabilir ki?
Diye düşündüğüme pişman oluyorum ilerledikçe. Sıcak, yokuş ve tekrar susuzluk… Yanımızdan birkaç defa geçen fındık toplama arabasını durduruyoruz en sonunda. Ani bir frenle duran arabadan başını uzatan esmer, orta yaşlı adama durumumuzu anlatıp bizi yukarıya kadar römorkunda çıkarmasını istiyoruz. Neyse ki kabul ediyor.
Son sorunumuzu aştığımız düşünen bizler, boşuna sevinmişiz meğer. 200 metre gittikten sonra geldiğimiz yol ayrımında farklı bir yöne gideceğini öğrenip tekrar yola düşüyoruz. Biraz yürüyüp biraz bisiklete binerek nihayet toprak yoldan ayrılıp daha geniş asfalt bir yola çıkıyoruz. Her ne kadar manzara daha ferah ve iç açıcı olsa da güneş, aynı güneş, susuzluk ve yorgunluk aynı. Yol kenarındaki minik bir bakkal gördüğümüzdeki sevincimiz tarifsiz. Soğuk içecek mi dondurma mı? Onun kararını veremeyince ikisi birden. Biraz oturup bunları bitirince de düşüyoruz tekrar yola. Yine araç avındayız. Bizi yukarıya götürebilecek geçen arabaları gözlemliyoruz. Nihayet ‘Buna sığarız!’ deyip el kaldırdığımız panelvan duruyor da ikiletmeden alıyor bizi. Kalan son 500-600 metreyi de böylece tamamlıyoruz. Ve nihayet gelmeyi çok istediğim o muhteşem otelin önündeyiz.
Ordu, Boztepe mevkii. İte kaka da olsa buraya da çıkmayı başardık ya… Benden mutlusu yok. Aslında dünden daha kısa bir mesafe olup daha çok yorulduğumuz efsane bir rota oluyor bugünkü.
Ama şu manzara karşısında dinlenmemek mümkün mü? Akıp gidiyor tüm yorgunluğumuz. Bu, mavinin yeşille dans ettiği muazzam görüntü öyle iyi geliyor ki ruhuma… Belki de bol sıcak su ile alınmış duştan sonra baktığım içindir.
Teleferik yapım çalışmasında olduğundan şehir içi dolmuşları ile iniyoruz merkeze. Uzun bir kıyı şeridine sahip Ordu’da ben en çok trafiğe kapalı, renk renk dükkân ve evleri olan, her çeşit yemek yeme imkânı bulduğumuz paşa isimleri ile anılan caddeleri beğeniyorum.
Güzel bir karışık ızgaranın ve sütlacın arkasından elbette mışıl mışıl uyuyacaktık.
Ertesi sabah dinlenmiş olarak ender rastlanır bir görüntüye uyanmak bizi yeni yolculuğa motive ediyor.
Enfes bir kahvaltının ardından da aksiyon başlıyor. O çıkarken zorlandığımız rampayı şimdi inmek tabi ki çok daha kolay. Şehirden ayrılmadan da güzel sahil şeridinin sonlarına doğru yine hatıramızı ediniyoruz.
Hedefimiz Giresun; öyleyse başlasın macera. Yolumuzda rampa ya da tünel yok gibi görünüyor. Olsa da bunlara alıştık. İnsan nelere alışmıyor ki? Küçük çıkışlarla düz bir kıyı şeridi yolu. Elbette bu durum beni çok mutlu ediyor. Daha bir hevesli ve neşeli sürüyorum bisikletimi. Canım Kurşunî. Aaa evet ismini belki buraya kadar söylemedim ama canım bisikletim renginden alır bu adını. Ne siyah ne beyaz. Tam benim felsefem, hayat da zaten grinin elli tonu değil mi?
Heh ne diyordum mutlu mesut pedala basıyorum. Üstelik yol kenarındaki bitki örtüsü yine şekil değiştiriyor. Bu sefer fındık ağaçları manzaraları çoğalıp yol boyu bize eşlik ediyor. Ne çok gafulluk var böyle?
Yolda Bulancak’ta kısa bir mola veriyoruz.
Belediyenin koyduğu otomatik selfie kamerası ile fotoğraf çektirmek de mümkün. Bu arada yine en büyük korkumuz, endişemiz yağmur.
Ve nihayet bugün de ıslanmadan hedefimize ulaşmayı başarıyoruz. Yağmur çiselemeye başladıysa da tam vaktinde Giresun’dayız.
Bugünkü sürüşümüz çok daha kısa ve kolay sürüyor bundan önceki 2 güne göre.
Şehrin çıkışında olan otelimize yerleşip o sıcacık duşumuzu da alınca sıra her gün attığımız 10.000 adımı tamamlamaya geliyor. Yani sabahtan 60-80 km bisiklet sürüp öğlene doğru vardığımız şehirleri yürüyerek keşfetme zamanı. Böylece çok da büyük olmayan Giresun’un kalbinden başlıyoruz. Şu hani fındık şehri olduklarını kanıtlarcasına dikilen heykelin önünden.
Sonra yürüyerek Giresun kalesine çıkıyoruz. Peşimizi bırakmayan ya da yol boyu bize arkadaşlık eden diyeyim, kara bulutların altında kapkara görünen deniz ve yemyeşil bir doğaya yerleşmiş tertemiz bir şehir.
Boztepe’ye benzer bir görüntü olsa da burada görüntü daha yakın; yüksekliğin az olmasından olsa gerek. Bu manzaraya baktıkça Şevval Sam’ın Hey Gidi Karadeniz şarkısı geliyor aklıma. Durmadan melodisi çalıyor sözleri tekrarlanıyor beynimde. Sonra yavaş yavaş kelimeler dökülüyor dudaklarımdan ve başlıyorum söylemeye…
Hey gidi Karadeniz Doldi da taşamadi
Etmeyelum sevdaluk Edenler yaşamadi
Ha bu akan dereler denizlere dolacak. Söylesene sevdiğum sonumuz ne olacak.
Söylesene Karadeniz’im sonumuz ne olacak cidden? Yarın son ve en uzun sürüş var; 130 km. Tek istediğimiz her zamanki gibi yağmur yağmaması tabi. Olur mu Karadeniz? Anlaştık mı?
Kale surlarındaki pencereden son bir kez Karadeniz’e bakıp geçmiş zamanlara tanık olan bu kalenin de şahitliğiyle, geçmiş üç günde kıl payı ile kurtulduğumuz yağmurun yarın peşimizi bırakmayacağını düşünüyorum.
Zira zaten şimdiden başlamış olup bizi şemsiye satın almak zorunda bırakıyor. Kaleden aşağı kıvrımlı ve minik dar sokakları inerken gördüğümüz bir tatlıcıda yağmur altında çay içip keyif yapmanın adı ise tam olarak duruma ayak uydurmak.
Yediğimiz tatlı ise magnolia. Buraya has olmasa da her vitrinde görünce dayanamıyoruz. Islana ıslana vardığımız otelimizde kurulanıp uykuya dalacakken heyecanımıza sivrisinekler ortak oluyor. Bu mevsimde, bu yerde? Şaşılacak iş! Neyse ki uyuyabildiğimiz birkaç saatin sonunda sabah 4:00 sıraları uyanıp akşamdan tembihlediğimiz ilgililerin de yardımıyla hafif bir kahvaltı ediyoruz. Bugün son ve en uzun gün! Yavaş ve dikkatlice hazırlanıp yola çıkıyoruz.
Burada küçük bir detayı atlamışım ona da değinmek istiyorum. Kirli çamaşırlarımızın hepsini dün akşam kargoyla eve gönderdiğimizden yükümüzü de hafifletmiş oluyoruz ancak bu bizi ne kadar kurtarır göreceğiz.
Ve işte üst geçitten bisikletimizi sırtımızda geçirip basıyoruz pedala. Bekle bizi Trabzon, geliyoruz!
Biz ne kadar heyecanlı ve istekliysek, gökyüzünün göz yaşları da öyle. En başından beri korktuğumuz, düşünmemeye çalıştığımız ve kaçtığımız durum, şu an tam olarak bizimle. Biz hızlandıkça, yağmur da şiddetleniyor. Yaklaşık 30 km’yi böyle, suyla dövüşmüşçesine sürdükten sonra kısa bir mola verip devam ediyoruz. Azalmak şöyle dursun artan yağmur hızı ve büyüklüğü, resmen bizimle yarışıyor. O azgın, koca dalgaların kıyıya çarpma sesi cabası. Empatiden yoksun araçlar, hızla yanımızdan geçip yerdeki suyu, çamuru da üzerimize fırlatınca dört bir yandan saldırıya uğramış gibi hissediyorum. Su damlalarının kaskımdan aşağıya, burnuma, yüzüme, ağzıma süzülmesine aldırmaz oluyorum ama boynumdan girenlerin göğsümden aşağıya süzülüşü rahatsız ediyor. Önümüzü görememeye ve rüzgarla birlikte sadece ıslanmakla kalmayıp aynı zamanda üşümeye de başlayınca tekrar mola veriyoruz.
Ancak bu, son molamız oluyor. Aynı zamanda maceramızın da sonu. Çünkü yaklaşık 1 saat yağmurun dinmesi için umarak bakarken ıslak sıçanlar gibi beklediğimizden daha çok üşüyoruz ve hasta olmaktan korkmaya başlıyoruz. Azalan umudumuz ve tükenen enerjimizle nihayet üzerimize kuru kıyafetler geçirip ıslak ayakkabılarla da olsa bizi Trabzon’a bırakacak araç aramaya başlıyoruz. Nihayet arabası eski de olsa cüzi bir fiyatla bizi istediğimiz yere götürmeyi kabul eden biri çıkıyor. Bisikletlerimizi toplayıp kuru ve sıcak bir araçla gidiyor olmanın rahatlığı yüzümde, bir o kadar da keşke yağmur yağmasaydı da bisikletle tamamlayabilseydik bu turu düşüncesi kafamda 70-80 km kadar yol gidiyoruz.
Ve nihayet Trabzon. Hedefimize öyle ya da böyle ulaşıyoruz. Bugün yarım kalan sürüşümüzün detaylarını da alıyoruz Strava Programından.
Otele ulaşıp sıcak suyun altına girince ne dert kalıyor ne tasa ne yorgunluk. Uzun uzun kalıyorum orada. Bedenim kendine gelinceye kadar zihnim de bir derleme yapıyor. Şehirler arası ve şehir içleri ile toplam 270 km sürmüş oluyoruz. Az bir yol mu? Hedef 350 km olup tamamlayamadık diye üzülsem mi? Sonra diyorum ki biz bu yola çıktık, %80’nini tamamladık. Eğlendik, güldük, düştük, yorulduk. Yeri geldi kızdık, söylendik. Ama yapılacaklar listesinde bir hedefi daha başararak ona bir çentik attık. Öyleyse bundan sonra ulaştığımız bu güzel şehrin tadını çıkarmaya bakalım. Bu güzel motivasyonla duştan çıkıp bütün ıslak eşyalarımızı da yıkayıp kuruması için bıraktıktan sonra başlayalım Trabzon’u karışlamaya…
Bundan sonraki yazıda sıra Trabzon ve Rize'deki macerada…
😅 zorluğu değerini arttırmış sanki .. 😉
Azminiz ve enerjiniz bir harika 😊.
Bir daha ki turunuzda; Tünellerden değilde Fatsa'dan sonra sahil yolunu tercih ederek;
1. Bolaman'da pide,
2. Medreönünde Uzun Saçlının Yeri"nde bir bardak çay,
3. Yalıköy'de ekmek arası köfte (paket)
4. Yasonburnu 'nda günbatımı izlerken kahve içmek,
5. Dönüşte Akçaabat' ta deniz kenarında köfte yemek
Seçeneklerini düşünebilirsiniz.
Saygılarımla... Melih DEMİR