Uzunca bir aradan sonra seyahat tutkumun baştan çıkaran sesine kulak kabartmış daha fazla evde kalamayacağıma karar vermiştim. Ne zaman mı? 1 ay kadar önce; Ramazan ayı ve yasaklar başlamadan evvel. İçimden bir ses ‘Fırsat bu fırsat!’ diyordu. ‘Nefes aldın, aldın. Yoksa uzunca bir süre daha evde kalacaksın.’ Sadece evde olsak iyi, kesintisiz poliklinik hizmeti verdiğimiz muazzam bir mesleğin onuruna sahip bir anne olarak ruhumu okşamanın tam sırası deyip açtım önüme Türkiye Haritasını. Malum yurt dışı pek mümkün değil.
Haritaya bakıp yer seçmeye çalışıyorum. Amasya mı? Hayır, soğuktur orası daha. Van? Hiç olmaz. Donarım. Adana? Tek başıma? Zorlanırım sanki. Antalya’ya yazın gideceğim. Karadeniz ilerleyen zamanlarda planımda. Eee o zaman? Ne kaldı geriye? Kulağa çok tanıdık, çok bilinen bir yermiş gibi gelse de daha önce hiç gitmediğim bir yer çarpıyor gözüme. Bodrummm…Tam dalmış düşünürken titreyen telefonumun sesi ile irkiliyorum. En yakın arkadaşım, Zeynep. O niye aramıştı bilmiyorum ama direkt konuya giriyorum. ‘Bu hafta sonu Bodrum’a gidelim mi?’ Cevap: ‘Ama daha denize girilmez ki…’
İşte ondan sonra daha geniş bir aydınlanma yaşıyorum. Bodrum sadece denizden mi ibaret? Açıp tarihini ve kültürel yapısını okuyorum uzun uzun. Öğrendiklerim sonucunda da vakit kaybetmeden alıyorum uçak biletimi. İstikamet, Bodrum…
Hızlı gelişen olaylar ve kısa mesafe uçuşundan sonra nihayet Bodrum’dayım. Milas havaalanından Havaşla geldiğimden, indiğim minicik otogardan denize doğru uzanan bomboş caddede tekerlekli valizimi çekerken inanılmaz bir koku duyuyorum, havayı kaplayan.
Çok da tanıdık gelen bu tatlı çiçek kokusunu arıyor gözlerim ve evet işte buluyorum. Bu turunç çiçeğinin kokusuuuu…. Tabi ya üniversiteyi okuduğum Aydın’da da her yerde turunç olduğundan tüm şehir, çiçek kokardı böyle baharda. Aslında ege bölgesine has bir özellik sanırım bu.
Rezervasyon yaptırdığım butik otelin işletmecisinden telefonuma gelen konum bilgisine göre devam ediyorum Bodrum sokaklarında yürümeye. Issız, çiçek kokulu, ılık bir Nisan sabahında Bodrum. Şimdiden sevdim diyebilirim. Üstelik daha ne sahiline ne kalesine ne de herhangi bir müzesine gitmeden. Sadece daracık, Arnavut kaldırımlı, mavi çerçeveli, pembe begonvilli, bembeyaz evlerin arasında kayboldum diye. Diyorum ya sadece bu yüzden bile kanım ısındı bu minik bahar kokulu kasabaya.
Bodrum Hatırası yazan bir resmin önünden geçerken gülümsüyorum. Tam da şehri yansıtmış bu temsili çizim.
Ve nihayet otelime ulaştığımda valizimi bıraktığım gibi çıkıyorum tekrar sokağa. Sahile paralel ve normal zamanda çok kalabalık olduğunu tahmin ettiğim o caddeye birkaç adımda ulaşıyorum. Zemini ne asfalt ne de Arnavut taşı olan bu yer, geniş kare plakalarla döşenmiş. Hafif kaygan da olunca uçarcasına ilerliyorum. Veee ilk döndüğüm minik bir sokak… Hayır. Bu kadar güzel olamaz. Yok canım, değildir.
Ama denize açılan iki yanı mavi-yeşil minicik sokak, beni benden alıyor. Beyaz duvarların arasına sıkışmış iki mavi görüntü. Deniz ve gökyüzü. Öyle ferah öyle umut dolu görünüyor ki. Elimi uzatıp onlara doğru yürürken heyecanlanıyorum. Ucuna kadar ilerliyorum maviye açılan aralığın. Yaklaştıkça artıyor dalga ve martı sesleri. Gemi burnuna benzeyen taş iskeleye çıkınca güneşin suda yansıyan ışınları alıyor gözlerimi. Ufukta Bodrum Kalesi… Dans etmek geliyor içimden. Solisti deniz, kuşlar ise tutuyor ritmi, bembeyaz bulutlarla şenleniyor bu gösteri. Ahh içimdeki ses, ne kadar da neşeli! Birlikte oluyorlar kocaman bir senfoni!
Bu coşkuyu kıyı şeridi boyunca hissediyorum. Sahilde yürüyüp her köşe başında bir fotoğraf çekiyorum. Hepsi birbirinden güzel evlerin. Turunç kokusuna gukuk kuşu sesleri de eklenince doyulmaz oluyor bu ortam. Yol aldıkça daha bir mutlu ve şaşkın hissediyorum. Bu kadar güzeldi de burası ben niye daha önce keşfetmedim diye. Al işte bir güzel yer daha görüyorum. Denize açılan kapı misali insanı alıp hülyalara götüren o demirden kanat.
Sanki o geçitten kendi hayallerimize ulaşıyoruz. Maviliklere sürüyoruz resmen. Çok değil birkaç adım ötede, çınar ağacı altında daha da keyifli hale geliyor bu seyir.
Aynı rüya içinde Kumbahçe’ye kadar yürümüşüm. Oradan çok ilerlemeden sola dönüyorum hafif rampa yukarıya. Asıl geliş amaçlarımdan birine yöneliyorum. Bugün yasaklı bir gün olduğundan, açık olmasından ümidim yok. Üstelik saat de 11:50. Ama ne göreyim içerde çalışanlar var. Sevinçle girip soruyorum ziyaretimin mümkün olup olmadığını ve öğle tatilini. Gezebiliyormuşum üstelik de öğle arası da açık. Yaşasın, bu şahane bir haber.
Ve tek başıma, koskoca evini gezerken sanat güneşimizin, arka fonda çalan şarkılarıyla duygulanıyorum. Yaşarken oturduğu salon ve koltuk takımı, mutfağı, yatak odası…
Elbet bitiyor ömür. İşte böyle geriye kalansa birkaç parça eşya ve bir dolu anı. Tabi fotoğrafları da var beni hayrete düşüren; belki de gençlik yıllarını bilmediğimden.
Ve sahne kıyafetleri yine bana ilginç gelen.
Son olarak da denize karşı bir fotoğraf alıyorum bahçesinden.
Kulağımın pası silinmiş bir şekilde huzurla ayrılıyorum Zeki Müren Sanat Müzesinden.
Denize doğru sallanmışken minik bir dik yokuşun başında gördüğüm sanat eseri yine alıp götürüyor beni.
Arkada bir türkü tutturup devam ediyorum sabah geldiğim yönün ters istikametine. Sırada Bodrum Kalesi ve içindeki Sualtı Arkeoloji Müzesi var. Yarımada şeklindeki tam uç kısma, 15. Yüzyılda Rodos şövalyeleri tarafından yapılan kale, günümüze kadar gelmeyi başarmış görkemli bir yapı. Şöyle biraz uzaktan, marinanın oradan bakıyorum da kendisine, bu dik görüntüsünün içini merak ediyorum.
Ve hızlı adımlarla ulaşıp girdiğimde de bu sefer oradan şehrin görüntüsü ilgimi çekiyor. Hep olduğu gibi işte; nerede olursak olalım hep uzakları özleriz, merak ederiz, sahip olduklarımıza değil olamadıklarımıza yanarız!
Bir kanat sesi bölüyor düşüncelerimi. Gri-sarı arası, o bej renginden maviye doğru uçarken ne de güzel görünüyor o güvercinin silueti.
Minik köprüden karşıya geçip bir zamanlar hapishane olarak da kullanıldığını hatırlayınca içim ürperse de kalın kale duvarları arasından gördüğüm manzara şahane. Hep bir ümit ve güzel günler vaat eden parlak mavinin uçuk maviye karıştığı o tatlı çizgi.
Kalenin içinde Cam Salonu, Karyalı Prenses Salonu, İngiliz Kulesi, Sikke ve Mücevherat Salonu da gezdikten sonra marinada biraz daha yürüyüp güneşin batmasına yakın dönüyorum odama. O gün öğrendiğim, gördüğüm birçok bilgiye ve yorgunluğa rağmen tek görüntü kalıyor aklımda. Güneşin parlak ışınları altında Bodrum yazılı bembeyaz bir sandalın uzun palmiyeler arasında, sarı laleler taşıyan görüntüsü. O sahne ile dalıyorum uykuya.
Ertesi sabah erkenden uyanıyorum her zamanki gibi. E pandemi ve yasaklar sürecinde her yer kapalı olunca soluğu fırında alıyorum. Sahile yakın Yunuslar fırınını bilen vardır belki. Neredeyse her öğün uğrak noktam oluyor. En sevdiğim dereotlu poğaça ile çayımı alıp sahildeki o sevdiğim sokağın burnunda uygun bir yer bulup oturuyorum. Parlaklığını arttırmaya çalışan güneş, çarşaf gibi deniz ve yeni yeni uyanan martılar eşliğinde mis gibi bir kahvaltı ediyorum. İşte şimdi hazırım binlerce yıllık tarihi ziyaret etmeye.
Yine geliş sebebim olan yerlerden biri olan Halikarnas Mozolesine doğru yürüyorum. Yani milattan önce 4. Yüzyılda Kral Mausolos için hem kız kardeşi hem karısı olan Artemisia tarafından yapılan bu mezar, kolonlarıyla Yunan, çatısıyla da Mısır mimarisini andırıyormuş vakti zamanında. Kendisinden sonra yapılan aynı stildeki tüm yapılara da mozole denilmesine örnek teşkil etmiş. Gelin görün ki bir zamanların o görkemli yapısı, Dünyanın 7 Harikasından biri olan bu mozolede neler kalmış?
Devasa görüntüsünden eser kalmadığı gibi şekli anlamakta zorlandığım o kırık dökük birkaç tarihi taşlarında dolaşırken mezar odasına giden merdivenleri görüyorum. 1500 yıl ayakta kalmayı başarıp kullanılan bu taş basamaklar, yapılan dini törenler ve kurbanların izini taşıyor hala. Üzerinden 500 yıl geçmesine rağmen nasıl olur da silinmez? Hem de mozolenin tüm taşları Rodos Şövalyeleri tarafından Bodrum Kalesi için alınmış ve üzeri açılmışken? İşte ‘Bu alanda hiçbir iz yok!’ derken beni derinden etkileyip düşündüren ve yine tarihin sahnelerini hissettiren detay.
Mozole ile aynı dönemde inşa edilmiş bir başka tarihi eser de Bodrum’un Antik Tiyatrosu.
2500 yıldır hala ayakta ve kullanılır halde olan merdivenleri tırmanıp ıssızlığın tadını çıkartıyorum manzaraya karşı. Güzelim bahar havasını ve çiçek kokusunu içime çekerken saçlarıma dolanan rüzgâr eşlik ediyor bana. Bütün Antik Tiyatroların böyle yüksekçe bir yere, deniz manzaralı ve konuma hakîm bir pozisyonda kurulmuş olduğunu düşünerek sıradaki buluşma için yürüyorum yavaş yavaş.
Çok uzun zamandır görmediğim üniversiteden arkadaşım ile buluşup Bodrum’un yel değirmenlerinin bulunduğu alana geliyoruz
Her ne kadar manzara ve kekik kokusu şahane olsa da esen sert rüzgâr, bizim yönümüzü değiştiriyor. Akyarlardaki Deniz Feneri bir hayli etkiliyor beni.
Ama yine rüzgâr bırakmıyor peşimizi. Biz de soluğu sahilde alıp incecik kumda, gün batımına karşı kaldırıyoruz kadehlerimizi. Zaman kavramı olmadan, gelecek endişesi taşımadan, o an orada var olmanın, buluşup sohbet edebiliyor olmanın belki de en önemlisi sağlıklı olmanın tadını çıkartıyoruz her yudumda.
O gece hafif çakırkeyif koyuyorum başımı yastığa ve ertesi gün dinlenmiş, yenilenmiş uyanıyorum bir pazartesi sabahına. Hızlı bir tempo ile otogarda açıyorum gözlerimi. İstikamet Gümüşlük. Öyle sanıldığı gibi büyük bir yer değil, hatta minik bir mahalle havasında bu semt. Denize girilecek yeri de yok üstelik. Ama öyle tatlı meyhaneleri, restoranları var ki deniz kıyısında, hafta içi ve sabahın körü de olsa içimi kıpır kıpır yapıp heyecanlandırıyor beni.
Dayanamıyorum oturup bir çay içiyorum nazar boncuklu o süslü ağacın karşısında ve tekrar düşünüyorum.
Acaba sadece böyle sessizken mi güzeldir burası yoksa dost sohbeti, şen kahkahalar eşliğinde mi gelir asıl keyfi? E o zaman bir dahaki sefere kalıyor denemesi!
Hızlıca Yalıkavak’ı da göreyim diyorum sonra. O yeni yapılmış İstanbulvari marinayı hiç gözüm tutmuyor benden söylemesi.
Ama ya o eski sahil, nasıl şirin nasıl samimi nasıl güzel öyle!
Zevkli döşenmiş minik kafede oturup kulağımın pasını alan hafif müzik eşliğinde içiyorum bir Türk kahvesi. Sıcacık, samimi sahipleri ile tanışıp sohbet ediyoruz sonra. Onların tavsiyesi ile sonuna kadar yürüyorum o uzuuun, upuzun, bahar kokulu kıyı şeridinin.
Dönüşte o çalışkan teknelere karşı, sahile atılmış, üstünde kırmızılı piti kareli örtüsü olan eski usul masa ve iskemleleri görüp gülümsüyorum.
Ne de güzel olur mutlu bir sabah, burada kahvaltı etmesi ya da bir akşamüzeri, güneşi kadehler eşliğinde batırması… Hep umut dolu gelecek hayalleri…
Ve gördüğüm Bitez dondurmacısı ile erteleniyor düşüncelerim…
Yalıkavak’ta Bitez dondurması bulduğum için mutlu, afiyetle bitiriyorum tabağımı. Ve dönüş için hazırlanıyorum yavaş yavaş.
Aklımdaki son yer Bargilya… Ve flamingolar… Burada flamingo mu varmış diye şaşırsam da Güvercinlik’in az ilerisindeki bu lagünde, o pembe zarif canlıları görmek mümkün.
Üstelik lagünün ortasından ileriye giden dar yoldan geçtiğimizde de pek bilinmeyen bir balıkçı kasabası çıkıyor karşımıza. Mavi beyaz renkleri ile suyun kenarına kurulmuş o salaş restoranında hiç olmazsa bir akşam yemeği yiyebilseydim düşüncesi ile veda ediyorum Boğaziçi köyüne.
Aslında muhteşem bir denizi ve sahilleri olan Bodrum’dan, yüzme keyfine ulaşmadan ayrılmak biraz tuhaf kaçsa da mis kokulu, bol güneşli, sessiz bir sezonda burayı ziyaret edebilmiş olmayı, bir şans ve mutluluk sebebi sayıyorum. Nasıl güzelsin Bodrum… Nasıl enerjik ve samimi…Tadına doyamadımm…Tekrar görüşmek dileğiyle…
Sessiz, sakin sizinmiş gibi sanki.. Çok tatlı bir yazı olmuş.. 😉😍