Sarp kayalıkların kıyısında, güneşi, rüzgârda dans eden saçlarımla saklayamadığım, bilakis apaçık ortada bırakıp varlığını gülüşümde hissettiğim kızıl bir günbatımıydı; dertlerimi ufuktaki yük gemisine bindirdiğim…
Tam da bu an, bu görüntü dönüp duruyor gözlerimin önünde. Beni Bozcaada’ya davet eden işte bu; ılık bir meltemle ada kekiğini ruhumda hissettiğim, huzur duyduğum kadar da eğlendiğim ateş kırmızısı bir akşam… (2019’dan kalan)
Aynı yerde bir yıl öncesinde elimde şarap kadehi, ağzımda yöre üzümlerinin tadı, göğsüme yaslanan canım oğlumla rüzgâr güllerini arkamıza aldığımız o kare…
Polente Feneri… Adanın batısında yer alan en uç noktası. Ve dünyanın en güzel gün batımlarını seyrettiğimiz o şahane doğa ortamı…
Hatıralardan sıyrılıp bayram için geldiğim güzelim Çanakkale’min Çan ilçesinde, ailemin sofrasındaki yemeğe odaklandığımda kelimeler ansızın dökülüyor ağzımdan:
- Yarın Bozcaada’ya gidelim mi güzel annem?
Karşılıklı birkaç cümle ve olumlu geçen diyalogdan sonra sabah Geyikli’den kalkan 9:00 feribotuna yetişiyoruz anne-kız. Her saat başı olan seferler tam zamanında yapılıyor. Girişte gidiş-dönüş ücreti alındığından geri dönerken ayrıca bir ödeme de yapılmıyor. Oh mis! Ve biz yarım saat süren o feribot yolculuğunda Ege denizinin tadını çıkarıyoruz. İki güzel mavinin buluştuğu noktada martıların kanat çırpışlarını izlerken Ada’nın görkemli kalesi karşılıyor bizi.
Kalabalığa karışıp inen yolculara eşlik ediyoruz tam olarak bilmediğimiz bir telaşın içinde. Karaya ayak basar basmaz da kale yönüne çeviriyoruz burnumuzu. Surların dibinde, sarı renkli şemsiyelerin önündeki çizgili minderli yarım şezlonglar hem şık hem eğlenceli. Denize girilen, temiz sulara sahip ender bir liman burası; arkasında tarihin izleri, önünde yosun kokusu. Öyle enteresan bir yer işte…
Bir anda karar değiştirip tam ters istikamete yürümeye başlıyoruz. Yani adanın diğer tarafındaki Boruzan restoranın bulunduğu marinaya doğru… Önünden geçerken tanık olduğum minik bir rıhtım görüntüsü beni mest ediyor. Bir asmanın altından görünen beyaz-mavi kayıklar uslu uslu dizilmiş, keyifle denizde süzüleceği o köpükten saatleri bekliyor.
Neşeyle gülümseyip zamanında iki mahalleden (Türk ve Rum) oluşan adanın Türk izlerini görmek için acele ediyorum. Renk renk boyanmış cumbalı evleri görüp de mimariye aşina olmamak mümkün değil.
Hele kıvrımlı, eğri büğrü sokakları yürüdükçe tanıdık bir mahalleden geçiyoruz izlenimi ediniyor insan. Yavaş yavaş arşınlıyoruz Arnavut kaldırımları taşları. Derken turuncu çan çiçeği sarmaşığı diğer adıyla acem borusu çiçeği önünden geçerken mor begonvillerin göründüğü sokağın diğer ucundaki beyaz evleri ve ip gibi dümdüz mimariye sahip sokakları görünce Rum mahallesine geçtiğimi anlıyorum. İki mahalle arasındaki bu bariz farkı hissedip kardeşçe yaşanmış ve hala yaşanmakta olan zaman için şükrediyorum.
Kültür kaynaşması muazzam güzellikte; mimarisiyle, gelenekleriyle, diliyle, lezzetiyle…
Rum mahallesindeki çiçekli pencere, kapı ve sokak önleri, tam da kaybolmak istediğim masal sayfaları gibi. Camın önüne iki kırmızı iskemle atılmış bu çiçekli çerçeveli ev, duygularıma tercüman olan cinsten. Kapı girişinde cıvıldaşan beyaz bir kuş kafesi, hemen dibinde renk renk saksılar ve içinde neşeli çiçekler.
Arkamı dönüyorum daha da güzel manzara. Kapı, çerçeve ve evin önündeki bank kırmızı, sepetlerde begonviller, girişe asılmış mor ölmez çiçeğinden bir kapı süsü ve bütün bunları örten yeşil bir saçak. Bayılıyorum doğrusu.
Derken sağa çeviriyorum istemsizce başımı. Mavi çiçeklerin arkasında yüksekçe bir kule görüyorum; üzerinde çan ve saat olan.
Tam hızımı almış ona doğru yürürken, mavi panjurlu, mavi iskemleli, eski yer karoları ve önünde gri bir tekirin olduğu kahve dükkânı çekiyor dikkatimi. Madam’ın kahvesi yazısını da okuyunca düşünüyorum da bir kahve içmeli.
Anneciğimle karşılıklı oturduğumuz o kapı önü oluveriyor birden bol sohbetli, kahkahalı bir kahve saati.
Tekrar yola düşüyoruz keyifli keyifli. Meğerse uzaktan gördüğüm o çan kulesi Meryem Ana kilisesine aitmiş. Sadece pazarları açık olan binanın dışından bir fotoğraf karesi alarak ayrılıyoruz.
Sırada meyhanelerin olduğu o Rum sokakları var. Görülmesi, gezilmesi gereken yerlerin başında geliyor. Mor begonvilli, kırmızı piti kareli, mavi iskemleli mi dersin?
Yoksa yemyeşil asma çardağını altında ahşap masaların olduğu sokakları mı tercih edersin?
Sadelikten yanaysa zevkin, siyah-beyaz tam senin rengin.
Belki de sandal kenarında olsun istersin, tam kenarında türkülerin?
Biraz da deniz görülsün hani, yosun kokusu anasona karışsın. Dostlar sofrasında dönerken başımız, iyot kokusu bizi kendimize getirsin. Neyse işte senin hayalin, onu seçmeli gözlerin. Nasılsa buradaki tüm meyhanelerin, vardır eninde sonunda sokağın ucunda görünen mavi tonu, nemli kokusu, denizin!
Akşamın hayali ile yürüyorum arasında iki mahallenin ortasındaki sergilerin, o güzelim baharatların, çiçeklerin, reçellerin…
Ada’nın en meşhur reçeli, domates reçeli; tadını ben çok beğenmediğimden ki belki aşina olmadığımdan gelincik reçeli alıyorum. Top kekik, biberiye, kurutulmuş papatya, kantaron yağı ve sumak; diğer tercih ettiğim ürünler. Ama asılı duran, ölmez çiçeğinden yapılmış sarı taçlardan almamak için kendimi zor tutuyorum. Evde çeşit çeşit taçlarım olduğundan bu zaafımdan yavaş yavaş vazgeçiyorum.
Haydi haydi yeter bu kadar alışveriş, kışa hazırlık falan. Biraz daha adanın tadını çıkarmalı. Öyleyse istikamet çok sevdiğim çiçek pastanesine. Her geldiğimde uğradığım bu şahane yerde oturacak masa bulmak bir mesele. Neyse ki şansımız yaver gidiyor da boşalıyor en sevdiğim köşe. Bayram hediyesi vereyim diyorum, hafiften sesini belli eden mideme. Oyalanarak haksızlık etmiyorum o çok önerilen patlıcanlı böreğe.
Tazecik çayla ne de enfes oluyor. Ve asıl geliş sebebim; sakızlı muhallebi. Gökçeada’da yiyememiştim. Demek ki kısmet bu adaya imiş. Ah o sakızın kokusu, sütün tadı ve muhallebinin kıvamı. Bu kadar güzel olabilir ancak bir tatlı!
Midemiz ve gözlerimiz bayram ettiyse sıra tenimizde. Gidelim mi şöyle Bozcaada’nın buz gibi denizi olan plajlarına? Atalım mı kendimizi o serin sularına? Assos’ta, Kazdağları’ndan gelen donmuş suda yüzen, her yerde yüzer, değil mi ama? Öyleyse gidelim gidelim…
Aracımızı Geyikli’de bıraktığımız için şehir merkezinden her beş dakikada kalkan dolmuşa atlıyoruz hemen. En fazla on dakika süren yolculukta bol bol üzüm bağları görüyoruz yeşil yeşil, ardı sıra.
Yılların hayaline sürüklüyor bu manzara beni; buradan bir bağ da bana ait oluyor, bahçesinde tek katlı ahşap bir ev. Akşamüzeri verandasında kırmızı saçaklı eteğimi giymiş, çellomu çalarken kendi ürettiğim şaraptan bir yudum alıyorum. Olamaz mı? Olabilir…
Ayazma plajının görüntüsü, çekip alıyor beni bu hayalden. Bayram dolayısıyla kalabalığı görünce önce şaşırsam da hak veriyorum bu duruma. Bu kadar güzel bir ada, muhteşem bir deniz, keyifli sokaklar, lezzetli mezeler ne kadar bakir kalabilirdi? Duyan gelmiş işte… Bayram tatili de cabası.
Tenha bir yer bulup soyunma kabini uzak kalınca kıyafet değiştirmek tam bir cambazlık işi ve komediye dönüşüyor. Canım annem her konuda çok zeki ve maharetli. Birkaç taktikle bu işin de üstesinden gelince koşar adım gittiğim cam gibi suyunun önünde duruyorum önce…
Ahh o incecik, parlak kumu, ayağımın altından kayarcasına süzülüyor. Adaların kumu hep böyle efsane mi olur? Ya berrak sularına ne demeli? Daha fazla dayanamıyorum atlıyorum ileri! Önce soğukluğundan girmekte zorlansam da sonra her kulaçta ayrı bir mutlu oluyorum, buz gibi suyu boynumda hissetmekten. Açılabildiğim kadar yüzüp her geri gelişte tekrar tekrar beğeniyorum bu güzel plajı, kumu, sahili, denizi.
En yakın zamanda tekrar gelmeli diye tınısı yükselen iç sesime çok alakasız kalamıyorum, hak veriyorum. İki yıl önceki Ayazma plajında çekilmiş fotoğrafa bakarken, tekrar ediyorum sonra ‘En yakın zamanda ama mesela Eylül’de, mesela bağ bozumunda ve daha tenha bir zamanda…’
Suyunun denizden daha soğuk olduğu bir duşta kum ve tuzdan arınarak Ada’nın merkezine geri dönüyoruz. Tabi ki buranın güzel şaraplarından almadan eve gitmek istemiyorum. Öncesinde biraz araştırıp 6 markanın bulunduğu ki bunlar Corvus, Talay, Gülerada, Ataol, Amadeus, Yunatçılar ‘dan en eski kuruluşlardan biri Ataol’den yana kullanıyorum tercihimi. Verimli topraklar ve iklim birleşince güzel bir lezzete neden olan adaya özgü bu keyif verici içkiden hangi çeşidini alacağım konusunda zorlansam da her zaman romantik bulduğum ve kadehte şık durduğuna inandığım kırmızı oluyor seçimim.
Heybemiz epey kabardı ama Rum sokaklarındaki bir meyhanenin tadına bakmadan mı dönelim? Şöyle asma yapraklarının altında, çeşit çeşit mezelerin olduğu bir sofrada, arkamda denize açılan bir sokakta, karşımda sevdiğim canım annem, başardıklarımıza ve başaracaklarımıza kadeh kaldırmayalım mı? Gördüklerimize, tattıklarımıza ve bitmeyecek olan seyahatlerimize… Varlıklarına şükrettiğim sevdiklerime… Geçmişte ve gelecekte gerektiği kadar var olup zamanı gelince gidenlere, gideceklere… Yeni gezilere, serüvenlere… E hadi öyleyse… Sağlımıza!
Çakır keyif ayrılırken meyhaneler sokağından, dönüp bakıyorum da cidden çok sevimli, çok çekici burada yemesi, içmesi…
Bozcaada’nın sevdiğim köşesinden vapura doğru yürürken de son bir kare alıyorum güzelim iskelesinden.
Bu minik adanın gezilecek, görülecek yerlerini tekrar ediyorum içimden.
1. Marinası, iskelesi
2. Bozcaada Kalesi
3. Rum mahallesi, sokakları, meyhaneleri
4. Meryem ana kilisesi
5. Yerel pazarı, yöresel ürünlerin satıldığı (Her gün sabahtan akşama kadar açık)
6. Çiçek pastanesi
7. Plajları, sahilleri (Ben en çok açık ara farkla Ayazma plajını seviyorum)
8. Polente Feneri, yel değirmenlerinin olduğu gün batımı
9. Üzüm bağları, şarap fabrikaları, şarap tadım yerleri (Fabrikaların üçü şehrin içinde ama ben de henüz gezme fırsatı bulamadım en yakın zamanda diyelim, Bağ Bozumunda niyetim)
Böylece Bozcaada’yı her yaz olduğu gibi bugün de ziyaret edip görerek yıllık meditasyonumu yerine getirmiş oluyorum. O şahane plajları ile çiçekli, süslü denize açılan sokakları, rengarenk evleri, asmaların altındaki meyhaneleri, adaya ait yöresel ürünleri ile ruhuma öyle iyi geliyor ki… Bu terapiden nasıl mahrum bırakabilirim kendimi? Elbette şimdiden seneye ayırttım yerimi…
Bir başka rotada görüşmek dileğiyle...
Bozcaada'ya gitmek şimdiye kadar hiç kısmet olmadı. Ama daha önce de başkaların dan da bir şeyler duymuştum. Şimdi onları ve bu güzel, masalımsı yazı da anlatılanlar birleşince kafamda sanki kocaman bir yer tasvir edilmiş ve kısa sürede gidilmesi gereken yerlerden biri olarak aklımızın bir köşesinde yer veriyoruz. Emeklerinize, yüreğinize ve kaleminize sağlık. Kim bilir belki bir gün, bir yerlerde görüşmek ümidiyle... Selam ve sevgilerimle.
Birkaç defa Bozcaada'ya gittim, gezdim, kamp yaptım. Çok güzel bir ada, Nuray hocamın gözüyle gördüğü yerleri harika fotoğraflarla beraber akıcı bir dille yazdığı yazıyı okuyunca birkez daha gitmiş gibi oldum. Ellerine gözüne sağlık, muhteşem bir gezi yazısı Nuray hocam. 🙌🙌🙌
Şahane bir yazı olmuş 👏👏