Türkiye’de en yaşanılası şehir sıralamasında 1. olan güzel Bursa…
Çocukluğumdan beri bildiğim yegâne şehir. Hatta öyle ki daha Türkiye’ye göç etmeden, küçücük yaşımda, Bulgaristan’da duyduğum iki kentten birisi; diğeri Gebze! (Zaten Bulgaristan göçmenleri en çok bu iki yeri mesken tutmuştur) Yani durum o ki komşu memlekete ün salmış bu yeşil şehirde benim de birçok akrabam yaşıyor. Ancak ben sıcak bir temmuz günü içlerinde en tontonunu ziyaret ediyorum. Yıllarca burada nefes alıyor olmasına rağmen Cumalıkızık’a gitmediğini bildiğimden, tüm itirazlarına rağmen anneannemi kaptığım gibi düşüyoruz yola. Öyle heyecanlı, öyle sevimli, öyle muzip ki…
Sımsıkı tuttuğu değneğine rağmen yüzü gülüyor :)
15-20 km’lik yolun sonunda, Kurtuluş, Kuruluş dizileri ile başrolünde Emrah’ın oynadığı Kınalı Kar dizisinin çekim platosu olan, Uludağ’ın eteklerindeki bu şirin köye ulaşıyoruz. Girişteki köy meydanında iki çınarı bir kareye aldıktan sonra köy ürünleri satılan rengarenk tezgâhları dolaşıyoruz. Reçeller, ballar, salçalar ve ahşap süs eşyaları… Hepsi birbirinden değerli!
Arnavut kaldırımlı, Osmanlı mimarisi evleri olan dar sokakları, yavaş yavaş yürüyoruz anneannemle. Nihayet, Bursa manzarasını ve ürün çeşitlerini beğendiğim kahvaltı yerine geliyoruz. Mavi Yıldız Restoran’ın leziz ve bol yöresel lezzetlerini, tadını çıkara çıkara, canım anneannemle belki de başbaşa olan tek hatıramızı da doyasıya yaşayıp, 'O dokunur bu dokunmaz...' diyerek yedikten sonra buz gibi suyumuzu da doldurup ayrılıyoruz. Mutlu bir anı oluyor bizim için Cumalıkızık ziyareti.
Aslında çok değil 1 yıl önce oğlumla da buraya gelişimiz beliriyor gözümün önünde. Şimdiki gibi yaz değil tabi, bir Ekim sabahı, ılık bir sonbahar gününde çıkıyoruz yola. Taa Darıca’dan buraya kahvaltı etmeye…
Yine aynı işletmede alıyoruz soluğu. Geniş, ferah mekânı ve o gözümün doyduğu efsane masanın yanı sıra ilgili personel eşliğinde Bursa manzarası…
İkimiz de daha önce defalarca gelmiş olsak da bu tarihi köyün kokusunu, dokusunu, tonunu seviyorum. Her köşesine hayran kaldığım cumbalı evlerin saçakları, ahşapları ve renkleri pek nostaljik ve biraz da romantik geliyor bana.
Zaten UNESCO tarafından da koruma altına alınan bu dağ köyünün tüm sokakları sanki bir kitaptan ya da film karesinden fırlamış gibi… Taş, kerpiç ve ahşaptan yapılmış yıllanmış yapıların arasında dolaşmak, sanki günümüzde değil de bir 50-60 yıl öncesinde yürüyor gibi…
Sonra da bu güzel köyden ayrılıp Bursa’nın diğer tatlı bir köyüne uzanıyoruz; Gölyazı’ya…
Evet daha dün gibi; Kırmızı’yı köyün girişine park ediyoruz ve yine yöresel ürünler satan tezgahların önünden yürüyüp meydana geliyoruz. Buradan köyü adaya bağlayan köprünün başında “Ağlayan Çınar” adıyla anılan 750 yıllık ağacı inceliyoruz.
Zaman zaman gövdesinden kırmızıya çalan renkte bir sıvı geldiğinden bu isim verilmiş kendisine. Ona dokunup hatta biraz da sarılıp ilerliyoruz. Köprünün diğer ucunda ise Uluabat gölüne doğru baktığımda yan yatıp kıvrılmış, biraz dinlenmek için uzanmış, kimi yorgun kimi canlı, mavi kayıklar görüyorum sahile sıralanmış.
Az ileride de bir sandal dolusu insan, tekne turuna çıkmış olmalı… Yarımadanın etrafında böyle gezinti turları pek revaçta; hele de akşamüzeri, günbatımında. Masmavi gökyüzünün altında sıralanmış yemyeşil dağların önünde böylesi sevimli bir göl ve ada. Sandallar, martılar, ördekler, balıklar… Bir bütün olarak inanılmaz huzurlu bir manzara!
Tarihi M.Ö. 6. yüzyıla uzansa da Osmanlı döneminde Rumların çoğunlukta olduğu Eski bir Rum köyü aslında bu yerleşim alanı. Mübadele ile birlikte 1924 yılında Türk göçmenlerin geldiği bu sevimli yer, sit alanı ilan edilerek doğası korunmaya çalışılmış. Turizm, tarım ve balıkçılıkla geçinen köylünün en çok avlanıp restoranlarda sundukları çeşitler ise turna, sazan ve feki denilen küçük balıklardan ibaret…
İstesek de tok olduğumuzdan bu tatları deneyemiyoruz ancak şirin mi şirin, minik sokaklarında geziniyoruz biraz. Tarihin izlerini ise dönemin evlerinde görmek mümkün… Alıp hayallere götürmesi de cabası.
Bir zamanlar ziyaret edilmiş Bursa’nın bu iki güzide köyünden sonra ‘Dur!’ diyorum, ‘Şöyle şehrin içindeki diğer görülmesi gereken yerleri de tekrar gezip fotoğraflayayım!’ Bu düşünce ile serin ama yağmursuz bir kasım günü, tekerrür bu ya tekrar Cumalıkız’tan başlıyorum. ‘Yine mi?’ dediğinizi duyar gibiyim… Bekleyin canıımm… Söylemeyi unuttuğum iki detay daha var, onlardan da bahsedeyim bitiyor tamam.
Birincisi Küpeli Ev diye bilinen köyün en eski, yani tam tamına 700 yıllık, 14 neslin kullandığı konak. Onarımlarla ve köyden toplanan eşyalarla müze haline getirilen bu Osmanlı evi görülmeye değer.
Korkuyla yürüdüğüm ahşam zeminli bu yapı beni de hayrete düşürüp inanılmaz etkiliyor. Ama en çok… En çok o tarih kokan, çocukluğum kokan yatak odası ve onun dantel perdeli minicik camından gördüğüm kırmızı kiremit çatılı evlerin görüntüsü sarıp sarmalıyor, şefkatli kucağında başımı okşayıp kalbimi ısıtıyor. Ne güzelsin; teknoloji öncesi sobalı çağ… Ne özelsin…
Gelelim ikincisine; Cin Aralığı’na. Sanılanın aksine Prag’da değil Bursa’da; dünyanın en dar sokağı. Hatta rivayete göre bir zamanlar Kurtuluş Savaşı’nda Türk askerlerinin kaçması için de kullanılmış.
O sokaktan çıkıp köyün yukarısına, evlerin bittiği yola doğru yürüdüğümde ise muhteşem bir dağ ve orman manzarası selamlıyor beni. Farklı bir yoldan aşağıya, arabaya doğru yürürken de sokak ortasındaki dağın buz gibi suyunu taşıyan dereler uğurluyor siluetimi. Benimse aklım o pastel tonlardaki zaman yolcusu evlerde…
Köylü kadınlardan daha çok bu bölgeye has olan dağ çileği ve muşmulamı da aldıktan sonra keyifle geçebilirim artık şehir merkezine. Ve ilk hedefim elbette tophane. Beylikten İmparatorluğa geçmiş koskoca Osmanlı’nın beşiği olan Bursa’yı gezmeye tophanedeki saat kulesi ile başlıyorum. Amaç en turistik yer olan, 6 katlı bu kulenin yanından şehri önce tepeden izlemek.
Sonra ilk teleferiğin olduğu meydanı gezmek.
Ardından ise Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerini ziyaret etmek.
Başlangıçta mezarları farklı yerlerde olan bu iki naaşı, daha sonra adlarına türbe yaptırarak buraya taşıyansa Sultan Abdülaziz, sene 1863. Çoluk çocuk, tüm sülalesi ile birlikte yattıkları yerde huzur bulmalarını diliyorum.
Temelleri taa M.Ö. 1. Yüzyıla dayanan ve zamanla üzerine Roma, Bizans ve Osmanlı’nın taş koyarak katman katman yükselip günümüze kadar gelen kale duvarları beliriveriyor sonra karşıma. Üzerinde de biri başta biri sonda olmak üzere iki pembe konak görüyorum.
Heyecan ve merakla merdivenleri tırmanıp sondakinde alıyorum soluğu.
Görüntüsüne bayıldığım, bir tarafı kale suru bir tarafı konak olan bu tatlı kafede, Ulu Cami manzaralı çay içmek, daha sonra hatırladığımda, en mutlu olduğum anlardan biri olacak.
Konağın içine girip ikinci katına çıktığımda ise sultanlara layık bir manzarada, nostaljik bir dekor eşliğinde, mürebbiye edasıyla kurulmuş çay içip kitap okurken görüyorum bir hanımı. Nasıl hoş bir kafe burası böyle, bende güzel izler bırakan.
Oradan çıkıp tekrar alt yola geçmek için yürürken de diğer pembe köşkü görüyorum. Sonradan butik otele evrilmiş olan bu sevimli yere güle oynaya giriyorum.
İç dizaynı da yıllar öncesini hatırlatan bu konağın arka bahçesinde kahve içmek ise çok keyifli olur. Ama ben kendimi başka bir yere saklıyorum.
İşte ne diyordum bu kahve içme isteği ile rampadan aşağıya yürüyünce Ulu Cami çıkıveriyor karşıma. Bursa denince akla gelen en önemli yapıyı, hatta Evliya Çelebi’nin ‘Bursa’nın Ayasofyası’ dediği bu Türkiye’nin namaz kılma alanı en geniş olan camiyi ziyaret etmeden olur mu?
Sakince çıkarıp ayakkabılarımı dalıyorum içeri. İki önemli mihenk taşı var burada; birincisi tek bir çivi veya yapıştırıcı kullanılmadan oyularak yapılan ve üzerine Samanyolu galaksisi işlenmiş minber.
Diğeri de caminin ortasındaki kubbenin çevrelediği 18 köşeli şadırvan.
Bu güzelim iki eseri ve huşu içinde namaz kılıp dua okuyan insanları görüp de feyz almamak elde değil. Her zaman dediğim gibi dua etmenin yeri ve şekli yoktur; oturup açıyorum ellerimi, söylüyorum dileklerimi… Söz olur, ses olur, ışık olur ve yol olup döner elbet bizlere… Hayal etmek başarmanın yarısı ise bunu sık sık düşünüp tekrar etmek kalan diğer yarısı bana göre. E ne demişler dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek lazım…
Bundan sonrası evrene, yaratıcıya ve enerjiye havale… Artık kim nasıl biliyorsa…
Ruhsal olarak bir aşama daha kat ettikten sonra meydana yürüyorum.
Güzel Bursa yazısı bir kez daha çıkıyor karşıma; arkasında Ulu Cami’nin görüldüğü. Hemen alt tarafında da kapalı çarşı girişleri var.
İlk ve orijinal hali Orhangazi döneminde hanların arası, çatıları kapatılarak yapılmış olup 1958 de tamamen yanmış. Sonrasında tekrar daha modern ve iki katlı olacak şekilde yeniden yapılmış. İçinde kumaşçılar, sahaflar, aktarlar, yorgancılar, sandıkçılar, bakırcılar ve yeni nesil her tür ürünün satıldığı dükkanlar ile dolu. Alışverişi sevenler için birebir olsa da ben Koza Handa kahve içmeyi tercih ederim.
Hazır güneş de altın yüzünü göstermişken İngiliz Kraliçesi edasıyla şöyle bir dolaşayım şu hanı ve dükkanlarını.
İkinci katındaki bu tüccarların önlerinde sergilenen sıra sıra ipek şal ve fularlara dokuna dokuna avluya geçmek için can atıyorum.
Çünkü buranın olayı budur; önce alış-veriş sonra çay-kahve. İpek yolu üzerindeki kervanların da bir zamanlar yaptığı buydu. Tabi o zaman bunlara ek olarak bu handa konaklayabiliyorlardı. Bu tarihi handa yüzyıllardır sohbetlerin edildiği ve günümüze kadar gelip kulağımızda çınladığı o huzurlu ortamda ben de keyifle kahvemi yudumluyorum. Her ne kadar kahve kültürünü sonradan edinmiş olsak da vazgeçemediklerimizden…
Midemdeki seslere kulak kabarttığımda olayı tersten yaptığımı anladım. Önce yemek yiyip sonra kahve içmeliydim ya neyse… Zil çalan midemle meşhur Kebapçı İskender’in yolunu tutuyorum. Minicik mavi dükkanının önünde uzun bir kuyruk beklemek bu işin adetinden.
Ama ödün verilmemiş ustalıktan ve lezzetinden. Karnı tok sırtı pek ayrılıyorum, 1867’den beri orijinalliği korunan minik işletmeden.
Yemek yenir de tatlı yenmez mi? Bursa deyince ilk akla gelen elbette kestane şekeri… Haşlamasını, kebabını ve tatlısını çok sevdiğim bu meyve buranın favorilerinden. Tabi ben de alır almaz yediğimden kalan birkaç taneyi çekebiliyorum ancak.
Elimde bu şerbetli tatlı ile atlıyorum arabaya, ver elini Mudanya, ver elini Tirilye. İkisi de Rumların hatırası balıkçı kasabaları. Sahil boyu restoranların, balıkçıların olduğu ege şehirleri tadında.
Buram buram iyot ve yosun kokusu burnumda dolaşıyorum Tirilye’nin nostaljik sokaklarını. Hem Cumalıkızık’ı hem Gölyazı’yı andırıyor havası.
Ancak bir cami var ki tam 1200 yıldır ayakta, tüm görkemiyle karşımda. Önceleri kilise olarak kullanılan bu eser şimdi ezan sesleriyle çınlamakta.
Ehh akşam oluyor yavaştan. Gün boyu gezdik, gördük, öğrendik ve hissettik. Sıra güzel bir akşam yemeği ile bu şehre veda etmekte. Diyorum ki şöyle Atam da olsa … He? Şöyle yanı başımda? Kurulsa koltuğuna keyfince. İki kadeh parlatsak sonra… Hem de en köpüklüsünden. Adet bu ya hem kadeh kaldırıp hem sağlımıza diye dua etsek… Ard arda sıralansa güzel dilekler… Hoş edaya, huzura, sevgiye… Tevazu ve bilgeliğe…
Çinisi ve diğer Ayasofya camisi ile ünlü İznik şehri ve kenarındaki İznik gölünden pek bahsedememiş olabilirim. Ancak tertemiz dağlarında İznik gölünü arkamda bırakarak uzun yürüyüşler yaptığım trekking gününden bir hatıra bırakabilirim.
Sonra da ‘Hiçbir şey zekayı seyahat etmek kadar geliştiremez!’ deyip Emile Zola’yı da andıktan sonra başka bir şehirde başka bir keşifte buluşmak üzere deyip veda edebilirim.
Sevgilerle…
Özetlersek:
1. Cumalıkızık Köyü
2. Gölyazı Köyü
3. Tirilye Köyü
4. İznik
5. Tophane Saat Kulesi
6. Osman ve Orhangazi Türbeleri
7. Ulu Cami
8. Kapalı Çarşı
9. Koza Han ve diğer hanlar
10. Irgandı Köprüsü (Dünyada benzeri sadece üç yerde olan bu kemerli köprü oldukça etkileyici)
11. Botanik Park (Doğasını ve bisiklet yollarını sevdiğim bu parka hafta içi gidilesi)
12. Uludağ (Merak edenler için burayı da yazmıştım)
Zengin doğası, kültürü ve tarihi ile benimde çok beğendiğim Bursa ilini koca çınarınızın, ananenizin gölgesinde kendinizi dahada güvende hissederek sizin detaylı, seçici gözlemlerinizle bize anlatımınız bir başka güzel, elinize, yüreğinize sağlık 🙏👏👏👏
Siradisiliginizin sebebini, acaba ebeveyinlerinizin Batı Türkiye'nin daha da batısından gelmelerine, dolayısıyla, kadına yönelik toksik sosyo-psikolojik stigmalardan arınmış olmanıza baglayabilirmiyim?
Merhabalar.
Yine tüm zenginlikleri barındıran harika bir yazı kaleme almışsınız. Tebrik ediyorum sizi. İnsan okumakla kalmıyor, sizinle birlikte o sokakları adımlayıp o lezzetleri tadıyor, hissediyor ve gülümsüyor.
Ellerinize emeklerinize ve hatta yüreğinize sağlık olsun.
Selam ve sevgilerimle.
Bir solukta okudum Bursamız güzeldir.... sizin anlatımınızla daha güzel oldu... Bursa'ya geldiğiniz için çok teşekkür ederim Bursayi yazdığınız için çok teşekkür ederim.... Kaleminize sağlık...
Sevda Tohumcu
İşi gücü bırakıp tek solukta okumalık.Çok çok çok beğendim kaleminize yüreğinize sağlık👏👏