Ahhh Çanakkalem!
Söyle sana nasıl sesleneyim, kimin gözüyle bakayım?
Milattan önce 3000 yıllarında daha adın Hellespontos iken topraklarında yaşayan köylününkiyle mi?
Milattan önce 1200 lerde Troya diye anılırken, seni Yunanlılarla savaşa sürükleyen güzeller güzeli Helen’inkinden mi?
Asya seferine çıkan ve Persleri ilk kez burada yenilgiye uğratan Büyük İskender’in gözünden mi göreyim seni?
1453’te İstanbul’u fethedip Çanakkale’ye Sultaniye adını vererek boğazın her iki kıyısına kaleler yaptıran Fatih’in nazarından mı?
Belki de senin ihtişamına kapılarak 1914’te serin sularından boğazı geçerek seni ele geçirebileceğini sanan İtilaf devletlerinin cılız bir beynin sahibi komutanınkinden?
Ya da o yenilmez sanılan düşman donanmasına karşı, vatan aşkıyla, tüm gücüyle 215 kiloluk mermiyi sırtlanıp ağır ağır merdivenleri çıkan Seyit Onbaşı’nın az sonra isabet edecek olan Ocean zırhlısını gördüğü andan mı?
Aslında biri var ki…
Ben onun ışığından görmek istiyorum seni. Sana ve milletine inanan, o cepheden bu cepheye koşturan, savaş planını dikkatle yapan, ömrünün çoğunu vatanını kurtarmak için yaşamış olan o Ulu insan. Mustafa Kemal Atatürk’ün, canım Atamın bakışından görmeliyim seni asıl. Kim bilir kaç kat, on binlerce kez daha güzel görüyordu Çanakkalemi. İşte öyle hayal ediyorum ben de seni!
Ahh Çanakkalem! Yurt edindiğim kıymetli topraklarım!
Belki doğmadığım ama onlarca anı ile severek büyüdüğüm güzel memleketim benim!
Söyle bana, şimdi nasıl anlatayım ben seni? Şairin dediği gibi ‘Gel gömelim tarihe seni, desem sığmazsın!’ Ancak dilim döndükçe ufak ufak bahsetmek istiyorum senden, arzum seni herkese anlatmak. O zaman başlayalım!
Bana göre seni üç ayrı bölümde incelemek lazım.
1. Milattan önceki efsane tarihin ve kalıntılarınla
2. Kurtuluş dönemindeki kahramanlığınla
3. Günümüzdeki görülmesi gereken mekanların ve güzelliklerinle
Önce birinci kısımdan başlarsak, Çanakkale’ye yarım saat uzaklıktaki Truva şehir kalıntılarına çevirmek lazım rotayı.
Her ne kadar birkaç fotoğraf ve satır ile anlatmak olanaksız olsa da gördüğüm sarı tabela heyecanlandırıyor beni.
Defalarca gelmiş olsam da her seferinde ayrı duygular taşıyor kalbim. Aldığım bileti hatıra kutuma eklemeyi planlayarak başlıyoruz geçmişin izlerini sürmeye.
Önce hızlı adımlarla kalıntıların arasındaki ahşap yolu takip ederek en uca gitmeyi planlıyorum. Binlerce yıllık taşlara, duvarlara bakarken tarihi çekiyorum içime, görmeye çalışıyorum yaşanmışlıkları… Yanımdan geçen, omuzları açık elbiseli, zeytin dalından tacı ile altın rengi saçlarını arkaya taramış zarif kadını hissediyorum nedense sonra… Elimi uzatsam koskoca maziye dokunuyorum.
Bunu heyecanı ile nihayet en uca varıyorum. Tam da görmek istediğim yerdeyim. Zamanında Truvalılar bu şehri öyle bir yere kurmuş ki düşman gemileri karaya yanaşırsa görülebilsin. Üstelik ilerleyebilmeleri için de epey bir mesafe olduğundan savaş için tüm hazırlıklar kolaylıkla yapılabilsin. Çınar ağacının altından, duvar kalıntısının üzerinden ufka baktıkça yine hayal meyal görüyorum o 3000 yıl öncesini…Yunanlıların karaya çıkıp şehir duvarlarına saldırışını, birliklerin toparlanıp hazırlanışını, Truvalıların bağrışını, hızlı hızlı adımlarını, düşmanın gözlerindeki hırsı…Hiç bitmeyen şu savaşları…
O yüzden midir ki bu alanda tam 9 kez şehrin yıkılıp yeniden yükselişi!
Milattan önce 1500 lü yıllarda yerleşik hayatın başladığı bu alanda mitolojiye ve destanlara yansımış bu savaşın ise milattan önce 1100 lü yıllarda olduğu sanılıyor. Öncesinde sadece mitolojik şehir sanılan yer, 18. Yüzyılda yapılan kazı çalışmaları ile ortaya çıkınca tüm tarih aydınlık kazanıyor. Günümüze kadar korunan surları, taşları, kaleleri görmek hem ürpertici hem de büyüleyici.
Bu ruh hali ile biraz daha ilerliyorum ve o eski çağlarda bile sanatın önemini bir kez daha hissediyorum. Yani demek istediğim o tarihte bile tiyatro, konser, gösteri ve yahut tanıtımlar olmuş, oluyormuş. Bunun en güzel örneği olan bu amfi tiyatroyu görmek bile beni mutlu etmeye yetiyor. O an, olmuş olabilecek gösteriler için neler neler hayal edip kurguluyorum…
Bu, tarih yolculuğuna son vermeden önce, savaşa yön veren, o devasa, tahta ata bakıyorum son kez.
Nasıl bir fikir, nasıl bir plan ve nasıl bir beyin bunu düşünmüş diye geçiriyorum içimden. Sonra kostümleri görünce dayanamıyorum. O çağın bir kadını olmak kolay olmasa da deniyorum en azından. Oğlumun da hevesle bana eşlik ettiğini görmek harika. İşte şimdi bir savaş arabasının arkasında, üzerimde o döneme ait bir elbise, saçımda kırmızı taşlı bir taç ile ufuktaki askerlerin çıkardığı toz bulutuna bakarken, oğlum da kafasındaki miğfer, üzerindeki zırh, elindeki kılıç ve yüreğindeki cesaretle beni korumaya hazır!
Oradan dönerken hemen 1 km ötede Troya Müzesi karşılıyor beni. Henüz 2-3 yıl oluyor zaten hizmete açılalı.
Ama öyle modern ve teknolojik bir müze ki hayran kalıyorum her detayına. Tarih öncesi eski çağlardan kalma antik kalıntılarla bu kadar gelişmiş teknolojiyi bir arada görmek öyle güzel bir tezat sanatı oluşturmuş ki şaşırıyorum. O güne ait kullanılan araçlar, heykeller, takılar…
Ahh o altın kolyeler, taçlar… Bir kadın olarak en çok onlara bakıyorum uzun uzun; yapılışlarındaki incelik, zarafet ve renkleri, duruşları muazzam güzellikte.
Tarihin kendisi de öyle değil mi zaten…
Bu kadar eski tarihten daha yakına Kurtuluş Savaşının izlerinin olduğu döneme ve yere geliyoruz. Yani İkinci Bölüme…
Aslında bu savaşın en güzel özeti Mehmet Akif Ersoy’un Safahat adlı eserinde yer alan Çanakkale Şehitlerine adlı şiirinde gizlidir.
Şu Boğaz Harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi,
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara'ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- "bu: bir Avrupalı!"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
Diye başlayan ve epey uzun olan bu şiirin ilk kıtası bile Kurtuluş Savaşının büyüklüğünü, azametini, vahşetini anlatmaya yetiyor. Bizse bu izleri süreceğiz. Savaşın yaşandığı yerleri ziyaret edeceğiz. Boğazın her iki yakasından da muharebeye katılınsa da biz Gelibolu yarımadasından başlıyoruz. Hatta önce Bigalı köyündeki Atamın evinden. Üstelik daha başlamadan bana tahta tüfek ve Atamanın resminin işlendiği siyah bandana aldıran canım oğlum, bunları üzerine geçirip ULU ÖNDER’in karşısında selam çakması gözyaşlarına boğuyor beni.
Minicik kalplerde bu denli yer etmesi tam bir mutluluk sebebi. Duygusal bir gezi olacak besbelli. Tek tek tabyaları, Anzak koyunu, Anafartaları, Conk bayırını, siperleri, 57. Alayı, Atatürk’ün saatinden vurulduğu o yeri ve daha nicelerini gezip birçok hikayeleri ve savaş anılarını dinleyip kalplerimiz buruk bir şekilde Şehitliğe geliyoruz.
57. Alayın tüm askerlerinin şehit olmasını ama buna rağmen Türk bayrağını düşürmeyişini en son şehidin bayrağı bir ağaca asıp öyle ruhunu teslim etmesini göz yaşları içinde dinlemiştim buraya gelmeden önce.
İngilizlerin o bayrağı müzelerinde saklıyor olması ve görenlerin saygıyla eğilmesini istemesi, onlarda esirlerimizin gördüğü muamele, bizde esirlerinin gördüğü misafirperverlik ve satırlara sığdıramadığım daha niceleri.
Ama savaşın özeti halinde olan bir tablo geliyor gözümün önüne; elleri birbirinin boğazında kalmış şekilde bulunan iki iskeletin avuç içleri. Birinin elinde karşısındakinin boğazındaki haçı, diğerinin elinde karşısındakinin boynundaki muskası… Bütün olay bu mudur? Bence budur!
Kilitbahir kalesine yaklaşırken o temsili heykelleri görüyoruz. Özellikle de Seyit onbaşının sırtında 215 kiloluk mermi. Depodan topa mermiyi taşıyan sistem bozulunca o ağırlıktaki yükü sırtlanan o koca Seyit’i.
O önemli anı. Resmen tarihe altın harflerle kazınan o saniyeleri… Asıl olayın yaşandığı alanın hemen aşağısındaki deniz kenarına konulan heykelini.
Dönüşte Kilitbahir kalesini de keşfediyoruz. Fatih’in boğazın her iki yakasına yaptırdığı kalelerden Rumeli tarafında olanı. Üç yapraklı yonca şeklinde kale duvarları ve yürek şeklindeki iç kuleyi dönüşteki vapurdan hayranlıkla seyrediyoruz.
Bir başka mevsimde ziyaret ettiğimiz, boğazın Anadolu tarafında olan Çimenlik kalesi Deniz müzesi adı altında sergileniyor.
Bahçesinde savaşta kullanılan toplar ve içerisinde savaş anılarını yansıtan koreografiler, eşyalar, giysiler, yemek araç gereçleri yer alıyor.
Yine bu Deniz Müzesinde demirlemiş olan Nusret Mayın Gemisi, orijinalinin birebir aynısı olacak şekilde 2011 yılında Gölcük tersanesinde inşa ettirilip burada müze gemi olarak halkın görmesine izin veriliyor. O tarihi öneme sahip mayınların döşenmesindeki rolünü bilince, hele o günün şartlarında bu gemide çalışan denizci ve askerleri hatırlayınca düşünüyorum da hepsi bir saygı duruşunu hak ediyor.
Bu Çanakkale’ye ait olan ikinci kısmı da hem fotoğrafı hem şiiri ile tamamlıyorum.
BİR YOLCUYA
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bir tümsek, Anadolu'nda,
İstiklâl uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmed'in yattığı yerdir.
Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed'in düşmanı boğduğu sele
Mübarek kanını kattığı yerdir.
Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
Necmettin Halil ONAN
Bundan sonra gelelim Çanakkale’nin görülmesi gezilmesi gereken yerlere, üçüncü kısmına yani.
1. Aynalı çarşı
2. Eski kordon
3. Şakir’in yeri
4. Doğan pastanesi
5. Vapur sefası ile Kilitbahir kalesi
6. Eski kordon marina
7. Truva atı (Merkezdeki)
8. Lodos cafe
9. Golf çay bahçesi
10. Saat Kulesi
11. Sarıçay
12. Peynir helvası ustası Kadir usta
13. Yeni kordon (Gündüz ve gece)
Aynalı çarşıdan başlayalım önce; şu üstüne türküler yakılan içi şu anda hediyelik eşya ile dolu olan kapalı çarşı.
Çanakkale’nin simgesi olan bu yerden defalarca ahşap minik Truva atı, Seyit Onbaşı heykeli ya da içinde şehit kanı ile sulanmış topraklarımızdan koyulmuş kurşun kolye almışlığım var. Burayı ziyaret edenlerin görmeden dönmemesi gereken yer.
Buraya girmeyip aynı sokakta devam ediyorum, denize açılan yerde çay içebileceğimiz Şakir’in yeri çıkıyor karşıma. Zaten solumda da Nusret Mayın gemisi ve karşımda yine Dur Yolcu anıtı.
Bir ayağım yıllardır bu canım şehirde olmasına rağmen hiç yapmadığım bir şey yapmak istiyorum bu sefer. Evet Eceabat’a arabayla çok geçtim. Kimi zaman Gökçeada’ya kimi zaman Rumeli’ye gittim. Kimi zamansa Gelibolu maratonunda koştum.
Ama yapmadığım şeyse zaman kaygısı yaşamadan vapura binerek Kilitbahir kalesi etrafında o tarih kokulu efsanevi yerde bir şeyler içmek. O yüzden keyifle vapurda alıyorum soluğu; arkamda canım Çanakkale’mi bırakarak. Onun da en az benim kadar özgür olduğunu düşünüyorum; en az semalarında uçan şu martı kadar özgür! Onca savaş ve hatıralardan sonra özgür…
Ve önüme çeviriyorum başımı. Parlak güneş ışığı altında Dur Yolcu yazısı selamlıyor beni.
Sevgiyle kucaklayıp kaleye yürüyorum. Tek istediğim bir ikindi vakti hoş bir sohbet eşliğinde Kilitbahir kalesine karşı huzurla bir şeyler içmek… Gerçekleşiyor dileğim…
Dönüşte, gün batmadan eski kordonu dolaşıyorum tekrar. Bir yanda usul susul salınan kayıklar. Bir yanda sokak sanatçıları…
Ve bir yanda doğan pastanesinin önündeki o uzun insan kuyruğu. Hiç değişmeyen bir manzara. Ama böyle seviyorum burayı ben. Biraz daha ileride Truva filminde kullanılan o muazzam büyüklükteki atın ta kendisi. Güneşin son ışıklarında bir başka duruyor azameti, heybeti… Belki de Şehitler Anıtı’ndan sonra Çanakkale’min en özel simgesi…
Gurur ve keyifle ilerliyoruz. Güneş çoktan batmış ancak kızıl gölgesi bir fon bırakıyor geride. Anne oğul kaçırır mıyız bu atmosferi?
Sonra hatırlıyorum da buraya kışın da gelişimizi, her mevsimin bu efsane sahil kasabasında muhteşem oluşunu, martıların uçuşunu, oğlumun gülüşünü…
En ucuna vardığımızda rıhtımda Lodos isimli kafe kurulmuş oturuyor.
O da güzel ama ben çok ender yerde olan çay bahçesinde alkol içebilme rahatlığını seviyorum hemen yanındaki Golf Aile Çay Bahçesinde. Canım babam eşlik ediyor bana.
Karşılıklı batırıyoruz bu akşam burada güneşi. Manzaramızsa efsane; akşamın kırmızılı mavili gökyüzü rengi, bize geçmişi hatırlatırcasına ışıl ışıl Dur Yolcu tabelası ve bisikletiyle gelip sakince balık avlayan, gelecekten umutlu bir adam…
Huzurla uyunmuş bir gecenin sabahında yürüyerek evden eski kordona gidiyoruz tekrar. Şehri ortadan ikiye bölen Sarıçay’ı ve minik sandalları görünce dayanamıyorum. Nasıl güzel nasıl mutlu bir şehir burası yaaa…
Bak asıl amacımı unuttum. Heh peynir helvası almaya gidiyordum ben. 40 yıldır aynı lezzeti hiç bozmayan Kadir Usta’da alıyorum soluğu.
O nar gibi kızarmış, mis gibi kokan, sıcacık, taze tepsiden alıyorum birkaç dilim. Mmm nasıl leziz anlatamam. Deneyenler bilir sever, bilmeyenler mutlaka tatmalı…
Buraya kadar gelmişken bir de saat kulesini görmeden gitmeyelim deyip bir poz da oradaaann...
Son olarak da yeni kordonu ziyaret etmeliyim! Her geldiğimde görmezsem eksik kalır çünkü. Tabi ki seviyorum orayı da yahu. Eski kordonun tadını vermese de, anıları olmasa da tertemiz denizi ve kumsalı bir harika. Modern ve şık kafeler de cabası…
Ama beni asıl büyüleyen Çanakkale’nin her yerinden muhteşem olan gün batımının, buradan da efsane güzel oluşu… Kanla sulanmış toprakların rengi yansıyor her seferinde gökyüzüne, denize…Sessizleşiyor bir anda tüm dünya, sadece ben ve Çanakkale…Geçmiş ve Gelecek…Asya ve Avrupa… Yenilikler ve Gelenekler şehri!
Tekrar görüşünceye kadar hoşça kal diyorum… Ama o kadar eksik anlattım ki seni, öyle yarım kaldın ki şimdi… Daha İntepe’deki Hektor’un Şarap Evin’den de bahsedemedim. Kordondaki Assos kafeden de… Sardalya balıkçısından da söz açılmadı, Aynalı meyhaneden de… Ne barlar sokağını anlatabildim ne de Hayal kahvesini… Öyle dilim döndüğünce yazdım seni… Nasılsa anlatmak kâfi gelmez, gelip yaşamak lazım güzelliğini…
Eksiği yok fazlası var güzel Çanakkale'min. Ne güzel kaleme almışsınız ve resimlerle süslemişsiniz yazınızı. Yeni kordon hariç her yerini doyasıya gezdik eşimle, bir güzel de içimize sindirdik. Kilitbahir sokaklarına da bayılmıştık biz. Her yeri ayrı bir tarih ve medeniyet kokuyor. Hele çay bahçelerinde bir yanda çay hüpürdeten amcalar diğer yandan birasını içen insanları görünce etkisinden uzun süre çıkamamıştık.
Peynir helvası önemli. Kızarmış olacak ama 😉
Bunaldık mı yine kaçarız elbet Çanakkale'ye. Yine yeniden güzel hatıralar yaşamaya. 🤗
yine güzel bir yazı😍
Coğrafyasında yeterince tarihi, doğal ve kültürel zenginlikleri barındıran Yurdumuzun nadide şehri Çanakkale, yi Vatan ve memleket sevdalısı birinin yerinde görselleriyle birlikte kaleme alması bir başka güzel oluyor, elinize yüreğinize sağlık Nuray hanım 🇹🇷🙏🤗👍👌👏👏👏