- Affedersiniz! Merhaba, size diyorum tatlı kız. Hey güzel kadın! Hello!
Sağa sola bakıyorum, bir anda dibimde biten bu genç adam da kim ve niçin benimle konuşmaya çalışıyor?
- Merhaba, diyebiliyorum şaşkınlıkla.
- Çok güzel görünüyorsun, birlikte bir şeyler yiyip içer miyiz bu akşam?
- Nasıl yani?
- Diyorum ki bu akşam birlikte mi takılsak?
Orta seviyedeki İngilizcemi zorlayıp yanlış mı anladım acaba diye tekrar ettirmiştim karşıdakinin sorusunu. Yok doğru anlamışım. Vereceğim olumsuz cevabı daha sevimli hale getirmek için yüksek tondan gülümserken:
- Ooo, hayır!
- Neden ki? Yalnız değil misin? Sevgilin var mı?
- Evet, var!
Şaşırmış ve inanmamış bir halde yeni bir soru daha yöneltiyor bana:
- Nerde peki? Hani nerde? Göremiyorum! derken gülümsüyor da…
- İstanbul’da!
- Ha anladım, sen buraya ikinci bir sevgili bulmak için yalnız geldin!
- Hayır, sadece yalnız seyahat etmeyi seviyorum, üzgünüm, size iyi akşamlar!
Deyip adımlarımı hızlandırıp uzaklaşmaya çalışırken yüksek sesle ve bana yetişerek konuşmaya devam ediyor.
- Böylesi yakışıklı, karizmatik, Viyana’da yaşayıp Prag’a turist olarak gelen bu emsalsiz genci kaçırıyorsunuz! Kararınız gözden geçirin isterseniz, emin misiniz?
- Evet eminim, hem ben de fena sayılmam! deyip gülüyorum ve vedalaşmaya çalışıyorum.
- Siz zaten şahanesiniz, uzaktan görüp vuruldum. Emin misiniz? Hayır mı? Viyana’ya beklerim...
Ve benzeri birçok söylediği cümleyi uzaktan duyuyorum. Heh nerde kalmıştık bu şehrin kalbi ve eski meydanı olan Old Town’a gitmeye çalışıyordum. Sabah uçaktan inmiş, biraz şehri gezip otel odama gitmiş ve üstümü değiştirip tekrar dışarı çıkarak toplu taşımalarla Eski Şehrin yolunu bulmaya çabalıyordum. Ulusal Müze önünde inmiş, Wenceslas Meydanı’ndan aşağıya doğru yürüyordum ki az önceki konuşma vuku buluyor.
Aslında hikâyeye en baştan başlasam daha iyi olacak!
Günler günleri, aylar ayları kovalamış ve yine bir sonbahar günü gelip çatmıştı. Geçen sene bu ay, Pandemi sürecinde ilk yurtdışı gezimi pasaport yinelemek için doğduğum ülke Bulgaristan’a yapmıştım oysa. Ve bir yıl aradan sonra Covid aşılarının da rahatlığıyla ikinci kez, çok özlediğim yurt dışı seyahatlerine, romantik bir Ekim ayında, romantik bir şehirden başlıyorum. Hem de ev taşıma sürecinin arifesinde. Her şeyi olduğu gibi bırakmış olmanın muzipliği ile havaalanında beklerken beni nelerin beklediğinden habersiz heyecanlanıyorum.
İki saatlik uçak yolculuğunun çok keyifli geçmesinin sebebi ise Prag’da yaşayan lise öğrencisi genç bir hanımla uzun uzun sohbet etmiş olmamız. Gençlerin berrak zihinlerini, pırıltılı bakışlarını ve enerjik konuşmalarını seviyorum. Nasıl geçiyor zaman hiç anlamıyorum. Ve hoppp Prag havalimanı…
Orta Avrupa’nın göbeğinde, Çekya’nın başkenti olan bu şehre, Charles (Karl) Köprüsü’nü ve şehrin mimari dokusunu uzaktan görebileceğim bir noktadan giriş yapıyorum.
Kuğu, ördek, kaz ve su samurlarının yüzdüğü Vltava nehri kenarında durmuş dikilirken mevsimin rengine uygun o uzaktaki yapıları izliyorum. Nehir gemileri bölüyor seyrimi, sonra aklım onlara kayıyor; nasıldır acaba içleri, güzel midir kendileriyle su seyahati?
Derken çok yakındaki Franz Kafka müzesine doğru ilerliyorum.
Aslında David Cerny tarafından dizayn edilen müzede Franz kafkanın kitapları, mektupları ve günlükleri olup kendisine adanmış. Ama müzenin kendisinden ziyade bahçesindeki Çekya haritasına işeyen adamlar heykeli daha çok dikkat çekiyor.
Anlamı ise ülkenin doğusu ve batısı da memleketin içine ediyor gibi birşey. Cerny’nin sıradışı çalışmaları şehrin farklı farklı yerlerinde sergileniyor. Birbirinden ilginç eserler size de rast gelir mutlaka…
Müzeden yukarıya doğru yürürken güya dünyanın en dar sokağının önünden geçiyorum.
Ancak Bursa Cumalıkızık’taki Cin Aralığı bundan çok daha dar. Nasıl olur da bilinmez diye düşünüyorum. Söylemeden edemeyeceğim: Bursa yazısı da çok yakında gelecek.
Ve küçük bir yürüyüşten sonra Karl Köprüsü’nün üzerindeyim.
İnsan kalabalığı şöyle dursun, şehir manzarası buradan muhteşem görünüyor. Sıra sıra köprüler, usul usul akan bir nehir ve bu nehrin kenarındaki barok, gotik karışımı eserler. Üstelik sokak müzisyenlerinin şahane ezgileri eşliğinde yağlı boya tabloları, karikatürleri izlerken yürümesi de inanılmaz keyifli. Güneşin solan ışık hüzmeleri de ayrı bir güzellik katmış bu tarihi köprüye.
1741 yılına kadar Vltava nehri üzerindeki tek köprü olarak ulaşımı sağlayan bu yapıtın kumtaşı ve yumurta kullanılarak yapılmış olması da çok ilginç!
Üzerindeki heykellerin içinde en ünlü olanı ise Aziz John Nepomuk heykelidir.
Hikayesi ise oldukça dramatik. Kral Wenceslas eşinin günah çıkarmak için sürekli rahip Nepamuk’a gittiğini öğreniyor. Eşinin kendisi aldattığını bu nedenle de günah çıkarttığını düşünüp rahibi huzuruna çağırıp günah çıkartma seansında eşinin neler söylediğini öğrenmek istediğini söylüyor. Rahip ise Tanrı huzurunda verdiği sözü bozamayacağını bu bilgileri paylaşamayacağını söyleyince Kral çok sinirleniyor ve rahibin Vltava nehrine atılmasını emrediyor. Rahip şu anda heykelinin bulunduğu noktadan nehre atılıyor ve nehirde bir hare oluştuğu görülüyor. Rahip, Aziz mertebesine yükseltilip buraya da bir heykeli dikiliyor.
Heykelin hemen altında her turistin okşadığı köpek ve kadın kabartmaları bulunuyor. Bunlara dokunduğunuzda dileklerinizin gerçekleşeceğine ve Prag’a yeniden geleceğinize inanılıyor. Ben de bu inanışı test etmek istiyorum ve küçük kabartmalara dokunup dileğimi söylüyorum.
Tuttuğum dilek gerçekleşir mi bilmiyorum ama köprü üzerindeki tüm dilek noktalarına dokunup işimi garantiye alıyorum.
Köprünün sonunda, güneş kaybolmaya yüz tutmuşken Eski Şehre geçmeden önce de Köprü Kulesi altından yürüyorum.
Sanırım otele gidip biraz dinlenme zamanı geldi. Valizimi orta yere attığım gibi üzerimi değişmeli ve hop yeniden eski şehre gidip yöreye özgü bir yemek yemeli. Her zaman olduğu gibi gün ışığında gördüğümüz yerleri bir de ay ışığında görmeli.
Bu düşüncelerimi hayata geçirip kendimi tekrar Old Town ya da diğer adıyla Eski Şehirde Astronomik Saat Kulesinin önünde buluyorum.
600 yıllık saatin hem boyutuna hem de işleyişine hayran kalıyorum. Düşünsenize dünyanın en eski 3. saati ama çalışır durumdaki en eski saat! Üstelik bu makine o zamanlar sadece sıradan bir saat değildi, yapısı ve özellikleri gereği aynı zamanda astrologlar, matematikçiler ve büyücüler tarafından da kullanılabiliyordu.
Hem efsaneye göre saat, Çek kralının emriyle o dönemde ün salmış olan Master Hanus’a yaptırılıyor. Master Hanus saati bitirdikten sonra da kasıtlı olarak kör ediliyor. Çünkü saatin yapımı tamamlandıktan sonra dünya çapında ün kazanmış, başka ülke kralları da Master Hanus’a saat tasarlaması için tekliflerde bulunuyor. Bunu duyan Çek kralı ise, Master Hanus’u bu makinenin benzerini bir daha yapamasın diye gözlerine mil çektirip kör ediyor. Master Hanus da bu olaydan kısa bir süre sonra kendini saat kulesinde asarak intihar ediyor.
Krala olan öfkesi yüzünden de kendini öldürmeden önce, bir daha kimse saati kullanamasın diye düzeltemeyecekleri şekilde bozuyor ve uzun bir süre saati kimse düzeltmeyi beceremiyor. Saatin tasarımı ve işleyişi o kadar karışıkmış ki, o dönemde Master Hanus’tan başka hiç kimse saatin sistemini anlayamıyor. Ancak 100 yıl sonra başka bir saat ustası, saati tamir etmeyi başarabiliyor.
Her saat başında, on iki havari heykellerinin minik pencerelerden geçiş yaptığı ve izleyicilerin tüm dikkatini üzerine çeken bu saatin anlatılacak birçok detayı daha var ancak sadece bir saat hakkında bu kadar yazarsam ohoooo bitmez bu yazı. Heykelin, saatin ve daha birçok tarihi materyalin efsanevi hikayesi olan bu masalsı şehri biraz daha özet geçerek anlatmaya devam edeceğim.
Masal demişken Disney’e ilham olan Tyn Kilisesinin bu gotik mimariye sahip, gece harika ışıklandırılmış iki görkemli kulesi önünde akşam yemeği yemek masalın tam ortasında gibi hissettirdiğini de atlamayalım.
Yöreye özgü Gulaş yemeği, aslında dana etinin, üzerindeki enfes sosla birleşmiş hali. Ben severek ve afiyetle yiyorum.
Sonrasında tekrar Karl köprüsüne yürümek ise tam benlik bir durum. O köprüden şehrin gece görüntüsü çekilecek, sıra sıra olan köprülerin, ışıkların suya yansımaları izlenilecek, berrak bir gökyüzünün altında 600 yıllık, iki yaka arasındaki bir zamanlar tek bağlantı noktası olan bu tarihi kemerden sonsuz semadaki yıldızlar seyredilecek!
Hele biraz açımı değiştirip Prag kalesi ve Aziz Vitus Katedrali’ni görecek şekilde durursam o enfes görüntüye bakmaya doyulamayacak!
Karl köprüsü üzerindeki heykelleri bir kez de gece inceleyip anlamaya çalışırken epey ilerliyor vakit.
Dönüşte şöyle sıcak, aromalı, tarçınlı bir şarap hiç fena olmuyor hani.
Uzun, yorucu bir o kadar da heyecanlı ve donanımlı bir günden sonra o daracık, tek kişilik yatak diye verdikleri yarım kişilik bazamda deliksiz bir uyku çekiyorum. Sabahın ilk ışıkları ile pardon ne ışığı sabah karanlığı ile uyanıp tadı damağımda kalan kahvaltımı ediyorum. Biliyorum Türk insanına çok hitap etmiyor Çeklerin damak zevkleri. Ama benim gen haritamda balkan kültürü olduğu için hoopp çocukluğuma dönüyorum ve gelsin et ezmesi, salamlar, jambonlar, gitsin berlinerler, kekler, ballı çörekler… E çay da yok hani, onun yerine sütlü neskafe ki benim daha çok sevdiğim. Bayılıyorum bu kahvaltıya. Yarın sabahı şimdiden iple çekiyorum, o derece…
Bugün Karlovy Vary var planda. Aslında Kralın Banyosu demek olan bu şehir, kaplıcaları ile meşhur. Atatürk’ün de ziyaret edip konakladığı bu güzel kasabayı ben de görmek istiyorum elbette ve çıkıyorum yola. Ancak yolda bir bira fabrikasının önünde durup sabah kahvesi içer gibi sabah biramızı içiyoruz. Beherovka buranın yerli ve en ünlü birası.
Tekila gibi şat yapılarak içilen bu içki Çekler tarafından özellikle akşam yemeğinden hemen önce alınıyor. Mideye iyi gelip hazmı kolaylaştırdığı söyleniyor. Şaşırdığım bu bilgi ve tat ile biraz da çakır keyif, mevsimin boyadığı yol kenarı manzaraları eşliğinde Karlovy Vary’ye ulaşıyorum.
Daha girişinden büyüleniyorum bu sarı, turuncu, kırmızı renklerin hâkim olduğu, tablo misali şehre. Nasıl da bakanı içine çeken kendine hayran bırakan bir doğası bir mimarisi var böyle!
Atatürk’ün kaldığı ve adının duvarına plaka şeklinde çakıldığı gurur verici durumu da gördükten sonra içine dalıyorum bu minik kasabanın.
Tepla nehri üzerindeki minik köprüler ve mimarisini çok beğendiğim o açık renk yapıların ardında gökyüzü ile bütünleşmiş çam ormanını görmek hele de yer yer yine o turuncu kırmızı desenleri izlemek beni ziyadesiyle mutlu ediyor.
Aslında yukarıdaki sonsuz mavi ile kıyafet seçiminde pişti olsak da güneşi yüzümde, tenimde hatta içimde hissederken bu anı ölümsüzleştirmek, o an en büyük arzum! Sıcak tonlardaki sevimli binaların da bunu istediğine eminim. Hatta sessizce akan ırmak ve pişti olduğumuz gökyüzünün de…
50-60 derecelerde şifalı kaynak suyunun çıktığı bu sevimli yerde satılan özel bardaklarla suyun tadına bakılabiliyor. Her ne kadar şifalı olduğu söylense de tadı, benim pek hoşuma gitmiyor. Sudan ziyade Hindistan cevizli kağıt helvaya bayılıyorum ben. Bir de porselen işçiliğine. En çok da Maria Magdelen Kilisesi önündeki sonbahar temasına…
Oraya doğru yürürken uzaktan çekilmiş ters açı görüntüsüne de…
Market Colonnade’nin ahşap işçiliği ve revaklarını da söylemeden edemeyeceğim
Ve bütün bu görsel şölenin üstüne karamelize enfes siyah bir Çek birası nasıl güzel oluyor.
Bira üretimi konusunda Almanları sollayan bu milletin başarısını bir kez de ben onaylamış oluyorum böylece. İşte bu hoş duygularla yorgun ama keyifli döndüğüm otel odam, dünyanın en rahat yatağına sahip kral dairesi oluveriyor bir anda.
Ertesi sabah, aynı muazzamlıktaki leziz kahvaltımdan sonra sıradaki durağım Prag Kalesi. Kıvrıla kıvrıla çıktığım yoldan yukarıya tırmandıkça şehrin manzarası da güzelleşiyor.
Kaleye ulaştığımda birçok tarihi yapı, kilise ve önemli sayılan dini mabed olsa da beni en çok etkileyen 3 yer oluyor.
1. Aziz Vitus Katedrali, yapımına 1344 yılında başlanıp tamamlanması 600 yıl süren gotik mimarinin en güzel örneklerinden biri.
Her köşesinde yağmuru dışarı atan çörten ya da gargonyalar bulunuyor. Aynı zamanda kötü ruhları da attığına ve arınmaya katkı sağladığına inanılıyor. Katedralin dışı olabildiğince korkunç ve karanlık, içi ise bol şamdan ve avizenin kullanıldığı aydınlık ve ferah tasarlanmış. Sanırım burada verilmek istenen mesaj; Hristiyanlığın dışında kalanlar böyle karanlık, içinde olanlar ise aydınlık ve rahat. Bu kadar çok dini mabedin ve dine davetin olduğu bu ülkede, bu şehirdeki beni şaşırtan bir diğer paradoks ise nüfusun %80’inin ateist ya da deist olması!
2. Orta Çağ’da bilimle ilgilenen ya da dinle örtüşmeyen ifadeler kullanan kişilerin cadılık ya da büyücülükle suçlanarak yakıldığı o siyah demirli kafes.
Dipte ise derin bir kuyu bulunuyor. Yanan insanın külleri oraya düşüyor. Tüylerimi diken diken eden bir yer oluyor burası. Canlı canlı yanmak…
3. Cumhurbaşkanlığı Sarayı ve halkın rahatlıkla girip çıktığı bu konutun önündeki sadece iki nöbetçi askerin bulunması ve bunların saat başı olan nöbet değişim töreni.
Dikeye değil de enine yayılmış olan bu kalenin duvarlarının da olmayışı beni epey şaşırtıyor. Tam da bu şaşkınlıkla şehre doğru yürümeye başlamıştım ki kale içinde şık bir kafe görüyorum. Yavaşça içine girip sakince dolambaçlı yolları dönüyorum. Beklentim, şehir manzaralı bir balkon. Evettt, kalın kemerli kapının da altında geçince tam da hayalimdeki gibi bir görüntü ile karşılaşıyorum.
Tüm şehir ayaklarımın altında, kiliseler, kırmızı çatılı evler, binalar, turuncu ağaçlar ve hatta şehrin ortasından akan Vlatava nehri bile… Muazzam bir çerçeve!
Nazik garson, rezerve edilmiş köşedeki o güzel masayı da bana verince benden mutlusu yok. İşte şimdi şu an, bu sıcacık sonbahar gününde, eşsiz bir manzaraya karşı kadeh kaldırmanın tam zamanı!
Her şeyin bu denli yolunda gitmesine, güneşli bir ekim gününe, eğlenceli bir geziye, pandemi sonrası ilk adımını attığım yurt dışı seyahatlerine, yeni arkadaşlara ve elbette olmazsa olmazımız sağlımıza yudumluyorum şampanyamı…
İşte şimdi salına salına eski şehre doğru yürüyebilirim. İlk gün girdiğim o noktaya denk geliyorum tekrar. Buranın özel bir adı var mı bilmiyorum ancak bir kez daha ölümsüzleştirmenin zararı olmaz diye düşünüyorum.
Karl köprüsünden karşıya geçmeden bu yakada kıyı boyunca ilerleyip Lennon Duvarını da ziyaret ediyorum.
The Beatles grubunun efsanevi üyesi John Lennon’un 1980 yılında vurulmasının ve hayatını kaybetmesinin ardından, grafiti ve şiirlerle bezenmiş, barış ve sevgiyi temsil eden bu anlamlı duvarı da gördükten sonra sokak sanatçılarının kulağımın pasını silen müziklerinin eşliğinde Cerny’nin farklı eserlerini de görerek Kampa Adası boyunca yürümeye devam ediyorum. Nihayet başka bir köprüden karşıya bağlanırken Karl köprüsünü, barut kulesini ve Vlatava nehrini uzaktan tekrar görüyorum.
Kemerli köprünün altından kim bilir ne çok su aktı? Ya da üstünden kim bilir ne çok insan geçti, ne çok tarihi olay vuku buldu, ne çağlar açılıp kapandı? Zaman kavramı beni hep çok etkilemiştir. Yitip giden bu kısacık insan ömrünün, peşpeşe dizilmiş boncuklar gibi olup ard arda gelen yaşamları görme şerefine ulaşanın ise bu insan yapımı eserlerin olması? Hep dendiği gibi ah bir dili olsa da konuşsa…
Bu derin düşünceler eşliğinde Dans Eden evi de görüyorum ama çok anlamlı da bulmuyorum açıkçası.
Zira onun yanındaki sahil şeridi boyunca olan barok mimariye sahip yapılar çok daha ilgi çekici kanımca.
Son olarak bir de Cerny’nin bir başka eseri olan Psikanalist Sigmund Freud’u temsil eden Asılı Adam heykelini görmek için yürüyorum. Sanatçı, Freud’un hayatı boyunca muzdarip olduğu korkuları bu heykelde somutlaştırmış gibi görünüyor. Haritadan yolu takip edip gitmesem ve başımı kaldırıp bakmasam asla göremeyecek olduğum bir eser bana bir gerçeği daha fark ettirdi.
Bazen yanından geçip gittiğimiz ve asla önemini anlayamadığımız ne çok kıymetli eseri kaçırıyoruz; belki bir insanı, belki bir manzarayı, belki de zamanı…
Zaman demişken hızlıca otele dönüp hazırlanıp tekrar geliyorum. Bugün 31 Ekim ve buralarda Cadılar Bayramı pek bir ilgi görüyor. Benimse merak ettiğim kostümlü ve makyajlı insanlar. Hem öncesinde şahane bir Orta Çağ gecesine rezervasyonum var. Merakla beklediğim eğlence gerçekten Orta Çağ’dan kalmış bir handa yapılıyor. Tabi dekor, o günün alet edavatının asılmasıyla da o zamana uygun hale getirilmiş.
Bizim dansözlerimize benzeyen kıvrak danslı genç ve güzel kızalar kadar pehlivanlar gibi gövdesinin üst kısmı yağlanarak yarı çıplak bir şekilde müzik aletlerini çalan çalgıcılar da dikkat çekiyor. Bir testi şarabın ikram edildiği masada aydınlatma olarak sadece mumların kullanılması da çok hoşuma gidiyor.
Kimseyi tanımadığım ve aynı dili konuştuğum tek bir kişinin olmadığı bu oryantalist gecede, bir kez daha yalnız çok eğlendiğimi fark etmiş olmakla kalmıyor bundan sebepsiz bir keyif de duyuyorum. Ya da belki de tam olarak yalnız değilimdir? Belki de bunları anlatacağım birilerinin olmasıdır beni bu denli mutlu eden?
Sebep her ne ise çok haz aldığım bu görsel şölenden çakır keyif ayrılıp bar bar Cadılar Bayramı partisi arıyorum. Birçok yerde minik minik partiler olsa da ben en çok sokak ortasında karşılaştığım bu grubu seviyorum. Şu makyajlara bir bakın; efsane!
Muradıma ermiş bir şekilde gönül rahatlığıyla geç vakit girsem de yatağıma 2-3 saatlik uykuyla tekrar düşüyorum yollara. Bu seferki benim için bir ritüel; ziyaret ettiğim şehirlerde gün doğumunu izlemeden ayrılmak olmaz. Kendime bunun için şehrin sembolü Karl Köprüsünü seçiyorum. Metroyla durakları sayarken epey heyecanlıyım. Açık havaya çıktığım Wenceslas Meydanı yarı karanlık sayılır.
Aynı caddeden tekrar eski şehir meydanına yürüyüp Tyn Kilisesi ve Astronomik Saatin yanından geçerek tam zamanında köprüye ulaşıyorum.
Güneş henüz doğmadı ve köprü nerdeyse bomboş. Belki defalarca buraya gelmiş ve görmüş olanların bile şahit olmadığı bir durum ve manzara ile karşı karşıyayım.
Yönümü Prag kalesine doğru çevirdiğimde güneş ışınlarının yavaş yavaş kaleyi ve altındaki küçük mahalleyi aydınlattığını görüyorum. Benim gibi sabah sporu ve fotoğraf sever insanların yer aldığı köprüde aynı zaman dilimini paylaşıyor olmaktan mesut, içim içime sığmıyor.
Tekrar yönümü barut kulesine doğru çevirdiğimde güneşin o nur yüzünü görme şerefine nail oluyorum bir martının kanatlarının arkasından.
Heykeller tek tek aydınlanırken bir çift ördek havalanıyor semalardan.
Nasıl efsane görüntüler okşuyor beynimi, tinimi tarif edemem. Ama sevincimi, o an orada oluşumun bende yarattığı coşkuyu ve enerjiyi size gösterebilirim.
İyi ki gelmişim!
İyi ki Prag’a gelmişim!
İyi ki sonbahar mevsiminde Prag’a gelmişim!
İyi ki böylesi büyüleyici bir şehri bir ülkeyi tanıma fırsatı bulabilmişim!
O zaman gezilip görülmesi gereken yerleri özetlersek:
1. Old Town yani Eski Şehir
2. Astronomik Saat
3. Tyn Kilisesi
4. Karl Köprüsü (Charles Köprüsü)
5. Prag Kalesi
6. Aziz Vitus Katedrali
7. Franz Kafka Müzesi
8. David Cerny’nin işeyen adamlar heykeli
9. Lennon Duvarı
10. Dans Eden Ev
11. Freud’un Asılı Adam Heykeli
12. Wenceslas Meydanı ve caddesi
13. Karlovy Vary
Yeniden başka rotalarda buluşmak dileğiyle…
Nuray hanım, beklentilerinizi karşılayan bir seyahat olmuş, mutluluğunuzu çok güzel kelimeler, ve yerinde görselleriyle anlatımınız harika, ah bende orada olabilseydim dedirtiyor adeta, ayrıca her alanda olduğu gibi, süslü, ışıltılı kelimeler, üretip, anlatım yeteneğenizde takdire değer doğrusu,yeni umutlar, yeni seyahatler, sağlıklı ve mutlu günler dilerim 🙏👌👍👏👏👏
İnstagrada özetini görmütşük ama yazı ve fotoğraflar harika olmuş. 😍🙂