Her ziyaretimde bambaşka bir deneyim yaşatıyor bana bu şehir. Tarihî zenginliği ve doğal güzelliği, her seferinde farklı bir duygumu esir alıyor kendisine. Avrupa’da oluşundan mıdır nedir, bir başka etkiliyor beni. Kim bilir belki de iki Avrupa ülkesine, Yunanistan ve Bulgaristan’a sınırı olmasındandır bu cazibesi. Peki 620 eserle bir açık hava müzesi olmasına ne demeli? Belki de bir zamanlar çok popüler olmasındandır bu şehzadeler şehri!
Herkesin hayatında en az bir kez görmesi gereken en özel şehirlerden biri olan Edirne’ye bu sefer giriş noktam ll. Bayezid Külliyesi ve Sağlık Müzesi oluyor. Aslında tam da Tıp Bayramını yeni yeni geride bıraktığımız bu günlerde tıp tarihini ve tıbbiyelilerin önemini anlatmak vardı ya neyse. Onun yerine temeli bizzat Sultan II. Bayezid tarafından atılan külliyeyi anlatayım biraz.
Döneminin en önemli, sağlık, sosyal, eğitim ve dini kurumlarından biri olan bu yer, hastane, tıp medresesi, cami, misafirhane, imaret, hamam ve köprü gibi çok sayıda birimden oluşuyor. Çok amaçlı düşünülen bu kompleks aynı zamanda dönemin sosyal devlet anlayışını yansıtıyor.
Ben ise Tıp Medresesinden başlıyorum bu yeri keşfe.
Önce avluyu sonra tek tek öğrenci odalarını dolaştıkça zamanın atmosferini hayal etmeye çalışıyorum. Elektriğin olmadığı mum ışığında okunan, yazılan notlar, günümüze göre ilkel sayılabilecek alet edevatla öğrenilmeye çalışılan tedavi yöntemleri ve nihayetinde gerçek hasta üzerinde yapılan pratikler. Kısacası burada amaç; şifahaneye iyi birer hekim yetiştirmek.
Evliya Çelebi, medrese için; "Külliyenin içinde Medresetü'l Etıbba ve odalarında talebeler vardır ki, her biri daima Eflatun, Sokrat, Filbos, Aristotales, Galen, Pisagor gibi alimlerden söz eden olgun tabiplerdir, her biri bir fenne yönelip, hekimlik ilminde kıymetli kitaplara değer vererek, ademoğullarının derdine deva bulmaya çalışırlar." diye yazar.
Bu güzide tıp fakültesinden sonra sırada buranın hastanesini, şifahanesini ziyaret etmek var. Aylardan şubat olmasına rağmen parlak bir güneş ışığı altında kuş sesleri eşliğinde yürüyorum Darüşşifaya giden yolu. Birkaç adım sonra ney ve tamburdan oluşan huzurlu uşşak saz semaisi ekleniyor senfoniye.
Bahçe içinde bahçe, yol üstüne yol, kapı ardında kapı karşılıyor beni.
Nihayetinde binanın içine girdiğimde ayrı ayrı bölümlerden oluşan tedavi alanlarını ve odalarını görüyorum. Detaylıca hepsini dolaşıp dönemin şifahanesini öğrenmeye çalışıyorum.
Bu hastanede, musikinin ve su sesinin huzur verici tınıları taş duvarlarda yankılanarak şifaya dönüşüyor.
İbni Sina'dan Farabi'ye; Selçuklulardan Osmanlılara uzanan köklü bir müzik terapi anlayışı, fiziksel ve ruhsal hastalıkların tedavisinde başarı ile uygulanıyor. Bunları düşünürken aklımda yine ısrarcı bir cümle. ‘Öyleyse bu taştan duvarlı binayı ısıtan, ruhları iyileştirip gönüllerde iz bırakan buradaki başarılı hekimler ve tedavileri oluyor!’
Evliya Çelebi'nin "Orada öyle bir darüşşifa vardır ki; dil ile tarif edilmez, kalem ile yazılmaz" diyerek tanımladığı bu hastane, 400 yıl boyunca aralıksız olarak hastalara şifa dağıtmayı başarıyor.
Bu muhteşem Darüşşifa, az personelle çok hizmet vermeyi amaçlayan merkezi bir hastane olması ve bu alandaki ihtiyaçlarının ayrıntılı bir şekilde düşünülerek planlanmış olması açısından dünyada bir ilke imza atıyor, benzerleri batıda ancak 200 yıl sonra yapılmaya başlanıyor.
İşte bu külliyenin şifahanesinde hastalara bakılmış, medresesinde öğrenciler yetiştirilmiş, camisinde ibadet edilmiş, tabhanesinde misafirler ağırlanmış, aşhanesinde ise fakir fukara doyurulmuş.
Koca koca kazanların kaynadığı, her köşesinde farklı bir yemeğin yapıldığı devasa imarethaneye girip de uzun uzun masaları görünce yapılan bu hayırdan nerdeyse ben huzur duyuyorum içten içe.
Son olarak camisine de selam vererek veda ediyoruz bu güzel külliyeye.
Selimiye’ye doğru yol alırken 4 minaresinin görülmesinden anlıyorum ki Avrupa tarafından giriyorum şehre. Zira Anadolu tarafından geliyor olsaydım sadece 2 sütunu görüp daha küçük hissedecektim kendisini. Mimar Sinan’ın bu eserle düşmanın kalplerine korku ve azamet, yurttaşlarına ise sevgi ile tevazu salmak istediğini çok iyi biliyorum.
Kıvrımlı taş yolda ilerlerken hem Üç Şerefeli Cami’yi hem Eski Cami’yi hem de Selimiye’yi aynı karede görmek cansız bitki örtüsüne rağmen çiçek açtırıyor gönlümde. Heyecanlanıyorum. Her ne kadar yıllar önce ziyaret etmiş olsam da burayı, yeniden o, sırları olan kadim toprakları görmek istiyorum.
Ancak şehre girmeden direksiyonu sola kırıp Er Meydanı’na doğru çeviriyorum rotayı.
660 yıl önce Osman Gazi’nin Rumeli Seferleri sırasında bir molada, askerlerin içinde, güreşe tutuşup yenişemeden ölen iki kardeşin meydanıdır bu alan. Hemen oracıkta incir ağacının dibine kardeşleri gömen askerler, ertesi sene geldiklerinde mezarlarının başında bir pınar bulduklarında ise burada yatanların ermiş yani kırklardan olduklarını düşünürler. İşte böyle başlıyor Kırkpınar Güreşleri’nin hikayesi.
Her sene yaz aylarında yapılan Kırkpınar, yalnızca bir güreş mevzusu değil, şehirde yaşamı ve ritmi değiştiren bir festival aynı zamanda. Ünlü pehlivanlarının heykellerini de içeren meydanı boş bulmak ise ilginç geldiği gibi yaşanan o coşkuyu da aratıyor bana.
Gözümün önünde üzerine yağı boca edip güreşmeye hazır yiğitler, kulağımda cazgırların söylediği tekerlemeler:
İki yiğit çıktı meydane, ikisi de birbirinden merdane… diye başlayıp,
Pehlivan pehlivan
İşte meydan işte pehlivan,
Analar çeker zahmeti
Babalar bilir kıymeti
Hepimiz Muhammed’in ümmeti
Gurur duyup göğsümüzü kabartan
Türk gücünü kıtalara tanıtan,
Marşımızı defalarca dinleten
O yiğitler nerde, nerde kaldı o güreş
Yaşar’lar, Celal’ler, Gazanfer, Ali,
Minderde yenemezdi kimse Türkleri, diye devam edip
Alta düştüm diye yerinme,
Üste çıktım diye sevinme,
Dünyaya geldik ayrı ayrı anadan,
Kimimiz Rumeli’den, kimimiz Anadolu’dan
Biri ak, biri kara, hazret-i Hamza çıktı nura,
Ben çıkıyorum aradan, Allah sizleri kayıra… diye biten!
Bu maniye ben de bir poz verip ayrılıyorum bu meydandan.
Yalnız hemen bu alanın yanında yer alan Adalet Kasrı’na uğramadan olmaz. Edirne sarayının bir parçası olan bu kule, saray içi semtinde yer alıyor. Kanuni Sultan Süleyman tarafından Mimar Sinan’a yaptırılmış ve kanunların yazıldığı yer olarak kullanılmış vakti zamanında. Şimdi ise tarihe meydan okurcasına gülümsüyor; sarayın ayakta kalan ender yapısı olarak.
Bundan sonra Edirne adıyla özdeşleşmiş bir esere doğru yol alıyorum: Selimiye Camii…
Hani şu Mimar Sinan’ın ‘Çıraklığımı İstanbul’daki Şehzadeler Camiinde yaptım. Kalfalığımı da Süleymaniye Camiinde tamamladım. Fakat bütün gücümü Selimiye Camiinde sarf edip ustalığımı ayan ve beyan ettim.’ dediği tek kubbeli görkemli camii. Hangi açıdan bakarsam bakayım, gökyüzüne uzanan o şahesere hayran kaldığım devasa ibadet yeri. Müminleri bir araya getirip Yaradan’a biraz daha yakınlaştıran Allah’ın evi.
Koca Sinan’ın birçok iz ve sır bıraktığı bu ustalık eserinde bir de meşhur Ters Lale Motifi ve hikayesi var. Vakti zamanında bu camiinin yerinde lale bahçesi varmış. Bu toprakların sahibi, arsasını cami için vermek istememiş. Epey bir münakaşa ve ikna çabalarından sonra razı gelmiş. Ancak tek şartla; buranın lale bahçesi olduğunu hatırlatacak lale motifi eklenmesini istemiş. O istemiş, Mimar Sinan da yapmış. Ama gelin görün ki ters yapmış. Sebebi ise bu mal sahibinin ters oluşuymuş. Böylece ters lale motifi, bir zamanlar buraların lale bahçesi, sahibinin ise aksi biri olduğunu hep hatırlatıp duracak yıllar boyunca.
Bu enteresan yapının hemen altında Arasta Çarşısı bulunuyor. Hediyelik eşya, tesbih, tülbent, yazma, havlu, lokum ve kavala kurabiyesi satılan minik bir alışveriş sokağı gibi. Her ne kadar kavala kurabiyesinde aklım kalsa da almadan ilerliyorum.
Sırada Edirne’nin ünlü bir başka camisi var: Eski Cami.
Dışardan sade, tarihî bir cami gibi görünürken içerisine girdiğimde, neredeyse tüm duvarlarına yayılmış hat yazmalarının büyüleyici havasıyla beni şaşkınlığa uğratıyor.
Zamana direnen, tarihi dokuyu üzerinde taşıyan bu simsiyah yazılar, vurucu, mistik ve sıra dışı bir atmosfer oluşturuyor. Her iki camide de kalbimin derinliklerinde hissettiğim iç huzurumun sesini, nedense burada daha yüksek perdeden duyuyorum. Sebebini düşünürken dışarı çıktığımda ise tam karşıda da Yeni Cami ya da diğer adıyla Üç Şerefeli Camiyi görüyorum.
Dediğim gibi tam bir açık hava müzesi olan bu güzelim şehirde, bu kadar cami ziyareti bana fazlasıyla yetip huzurun sesi midemin zillerine dönmeye başlayınca soluğu meşhur Aydın Tava Ciğer’de alıyorum.
Daha önce geldiğimde o minik, derme çatma, uzunca dükkânda yemiş ve ortamı da çok beğenmiştim. Aynı beklenti ile gelmiş olmak beni hayal kırıklığına uğratıyor. Yeni, birkaç katlı, modern bir restoran yapılmış hemen eskisinin karşısına. O eski, nostaljik havası kalmasa da lezzet aynı lezzet! Ciğerin yanında ikramlık gelen kuru soğan, biber kızartması ve acı sos favorilerim. Yavaş yavaş, bayıla bayıla, her lokmasından keyif alarak çiğniyorum bu enfes yemeği. Sadece bunun için kalkıp gelinir ta uzaklardan.
Bu düşünce ile Saraçlar Caddesine doğru yürüyorum. Araç girişine kapalı olan bu güzelim alışveriş sokağı Edirnelilerin buluşma noktası gibi. Hem restoranların hem giyim mağazalarının bulunduğu bu yürüyüş yoluna simgesel heykeller eşlik ediyor.
Kırmızı’ya atlayıp kısacık bir yol aldıktan sonra uzunca bir köprüye ve bu köprüye adını veren Meriç nehrine ulaşıyorum.
Hani şu Bulgaristan’dan doğan, geçtiği yerleri yeşile boyayan kıvrımlı ressam ve onun kolları olan Arda, Tunca, Ergene ırmakları. Benim de 3 yıl kadar önce Bulgaristan’ın Plovdiv (Filibe) şehrinde, kovadan boşalırcasına yağan yağmurda ıslanmadan hemen önce üzerinde keyifle poz verdiğim sanatçı.
Şimdiyse aynı nehrin Edirne’deki huzurlu halinin yanında, güneşli havanın mis kokulu ambiyansında, bembeyaz bulutların suyun üzerindeki yansımasına gülümsüyorum, gözlerimi kapalı.
Hissediyorum ülkeler arası süzülen yolcunun taşıdığı tarihi, hüzünlü şarkıları, ayrılıkları, destanları… Sonra farklı dillerde kutlamaları, yıkanmaları, bolluğu, bereketi… Geçtiği her yere verdiği hayatı…
Öyle işte Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınırı çizerek Ege Denizindeki Saroz körfezine dökülür kendileri. Taşıdığı tüm yükü boşaltır bu tuzlu ve serin sulara…
Bense son olarak Edirne deyince zihnimde çağrışım yapan bir diğer yeri ziyaret etmek istiyorum: Karaağaç! Bir zamanlar, İstanbul’u Avrupa’ya bağlayan tren yolu için Edirne Garı'nın Karaağaç'a yapılmasından sonra buradaki yaşam hareketlenince ‘Küçük Paris’ diye bahsedilen bu sevimli kasabaya oteller, lokantalar, kafeler, sinemalar, dans salonları, birahaneler ve eğlence yerleri ile çeşitli spor etkinliklerinin yapıldığı alanlar ekleniyor. Bütün bu gelişmelere zemin hazırlayan bu kara demir parçasını yakından görmek heyecan verici.
Hatta şöyle üzerine çıkıp rüzgârı ve güneşi yüzümde hissetmek…
Bu Yunanistan’a 4 km uzaklıktaki tren istasyonu olarak kullanılan bina, 1972’de Trakya Üniversitesi’ne devredilerek günümüzde Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılıyor. Ne kadar estetik ve şık görünümlü bir fakülte binası…
Hele tarihi dokusu, kokusu ve sesleri içeriyor olması, çok daha muazzam! Ne şanslı öğrenciler diye düşünüyorum.
Bu düşünce ile binanın etrafında dolaşıp da o düz yolu yürüyünce karşıma Lozan Anıtı çıkıyor.
Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı sırasında zaman zaman el değiştiren Karaağaç, 1920-23 yılları arasında Yunan işgali altında kaldıktan sonra Lozan Antlaşması ile savaş tazminatı olarak Türkiye'ye veriliyor. Bunu simgesel hale getirip 1998’de de şu an karşımda duran Lozan Anıtı dikiliyor.
Sadece taştan bir anıt değil ki bu! Bir direnişin, kurtuluşun ve bir vatanın yeniden dirilişinin hatırası… Özgürlüğümüzün kanıtı… 1920 yılında Sevr Anlaşmasını kabul etmeyen milletimizin Kurtuluş Savaşını başlatıp kazanmasının ardından bugünkü Türkiye Haritasının çizimini gösteren 1923 tarihli Lozan Barış Anlaşmasının nişanıdır bu!
Coştukça coşuyorum… Bu coşkuyla biraz daha yaklaşıyorum. 3 dikey parçadan oluşan anıtın uzun parçası Anadolu’yu, biraz daha kısa olan Trakya’yı, en kısa ortada olan kısmı ise Karaağaç’ı temsil ediyor. Ve hepsi birbirine birlik ve beraberliği simgeleyen bir beton çember ile bağlanıyor. Elinde Lozan Anlaşmasını simgeleyen belgeler ile barış ve demokrasiyi simgeleyen güvercin tutan kız heykelinin tam üstünde özgürce kanat çırpan iki güvercinin denk gelmesi ise tamamen benim şansım. Ya da pozitif bakış açımın ödülü diyelim…
Bu tatlı tesadüfle Lozan Meydanı’ndan çıkıp güzel bir kahve içeyim derken günün 14 Şubat olması vesilesiyle karşılaştığım romantik sürpriz; kırmızılar, kalpler, çiçekler, güller… Muhteşem bir final oluyor. Gar Kafe’nin bu güzel konseptiyle Edirne’ye veda ediyorum. Bir başka şehirde, başka başka tatlı sürprizlerle buluşmak dileğiyle…
O zaman Edirne deyince aklımda kalanlar:
1. ll. Bayezid Külliyesi ve Sağlık Müzesi
2. Kırkpınar Güreş alanı (Er Meydanı)
3. Adalet Kasrı
4. Selimiye Camii
5. Eski Cami
6. Üç Şerefeli Cami
7. Aydın Tava Ciğer
8. Saraçlar Caddesi
9. Meriç Nehri
10. Meriç Köprüsü
11. Karaağaç
12. Eski Tren Garı ve Yeni Güzel Sanatlar Fakültesi
13. Lozan Barış Anıtı
İlgi ile takip ediyorum, emeğine sağlık çok güzel...
Kısıtlı zaman içinde seyahat ettiğiniz her nokta hakkında bu kadar detaylı bilgilere ulaşıp, içine özel yeteneklerinizide katarak bize anlatımınız, tanıtımınız,görselleriniz muhteşem, elinize, emeğinize sağlık Nuray hanım, tebrik ederim 🙏👌👍👏👏👏
Harika bir yazı daha. Tebrikler Nuray hanım. Bir gezi yazısı ancak bu kadar anlatılan şehri hissettirir her halde. Sizinle o kadim şehrimizi gezdik ve hissettik. Ellerinize, kaleminize sağlık.
Selamlarımla.