Suyun üzerinde usul usul süzülürken kayıp giden sadece su damlaları değildi. 41 yıllık ömrümün görüntüleri de bir bir geçiyordu gözümün önünden. Film karesi gibi ardı sıra birbirini kovalıyordu anılar. Sanki bir başkası yaşamış, ben izliyorum.
Geride kalanları düşünürken neden hep mutlu hatıralar gelir ki insanın aklına? Hüzün ve acılar bilerek mi silinir beyinden?
Bunların cevabını tam olarak bilmesem de yüzüme yapışmış o şapşal gülümseme ile tarihin izlerini sürüyorum. Yudumladığım kadehten mi yoksa böylesi tatlı bir manzara eşliğinde Porsuk Çayı üzerinde keyifle süzülmekten mi bilinmez başım dönüyor.
Venedik’teki su kanallarını hatırlıyorum sonra. 2018’in ekim ayıydı. Hava nasıl ılık, evler, kanallar nasıl enteresandı öyle diye düşünerek iniyorum Türkiye’nin Venedik şehri olan Eskişehir’deki minik gondoldan!
Bir zamanlar Dorlion adıyla bilinen bu vilayet, milattan önce 3000’lere dayanan tarihi ile eski bir yerleşim yeri olmasından ötürü adı Eskişehir olarak güncellenmiş. Hititlerin, Friglerin ve Perslerin de yaşamış olduğu bu güzel toprakları ben de tekrar ziyaret etmek istiyorum. Zira 3-4 yıl önce oğlumla gelip keyifle gezmiş olsam da Anadolu’nun bu şehrini, yeniden koklamak ruhuma iyi gelecek diye düşünüyorum.
Mevsim kış olsa da kuru dalların altında yeşermeye yüz tutmuş çimenlerin arasından narince akan Porsuk Çayı, bu şehrin simgesi ve neşesi. Hatta can damarı ve yaşam enerjisi…
Ve ben de bu huzurlu atmosferin tadını çıkararak başlıyorum yürümeye.
Mütevazi kalıplarının altın rengi ile süslenerek yapılmış heykeller karşılıyor beni. Daha çok su ve balıkçılık temasının işlendiği bu eserlere şaşırmıyorum tabi.
Sabahın bu koşuşturması esnasında tek düşünebildiğim midemden gelen açlık zilleri. Hayaliyle kendimi teselli ettiğim yol süresi nihayet bitti de şu anda sabırsızlıkla istediğim tek şey buranın meşhur çiğböreği.
Bu istekle önce Papağan Çiğbörek’te alıyorum soluğu. Sade, gösterişsiz bir o kadar da samimi dükkânın köşesindeki minik masa sandalyeye oturup buram buram kızarmış hamur kokusu ve sesi eşliğinde iştahla bekliyorum böreğimi. Nihayet üzerinde dumanı ile buram buram önüme konulduğunda, değil yemek, dokunamayacak kadar sıcak olsa da aldırmıyorum.
Ayranla ağzımı soğutarak minik minik ısırıyorum bu enfes lezzetten. Soğuyana kadar da bir çırpıda bitiriyorum. Ama aklımda yanıp dönen hain bir fikir peşimi bırakmıyor. Gelirken görüp dekorunu çok beğendiğim başka bir çiğbörekçi vardı. Oraya git, bir de orada ye, karşılaştır! Diyor kafamdaki ses. Bu sesi susturmanın tek yolu, dediğini yapmak. Sanki benim de hiç işime gelmiyor tabi bir tabak daha çiğbörek yeme düşüncesi :)
Ve bu güzel ve yeni işletmede hem tarifini alıyorum hem hazırlanışını, yapılışını ve pişmesini izliyorum. Az önce benzerini yememişim gibi de aynı keyifle yiyorum. Daha lezzetli olduğunu açıkça söyleyebilirim. İçindeki kıymada tuz ve karabiber daha belirgin. Bir de sıcaklığı daha uygun.
Bu karşılaştırmayla da Gondol Çiğbörek’ten ayrılıp çantamı bırakmak için otele geçiyorum. Geçiyorum diyorum çünkü otel, hemen Gondol Çiğbörek’in karşısında, Porsuk Çayı kenarında. Konumu öyle güzel ki Atos Otel’in. Güleryüzle de karşılanıyorum üstelik ve odalar da ferah, tertemiz. Sıcak su da olunca başka bir isteğim yok zaten.
Çantamı bırakıp hızlıca Sazova’ya nasıl giderim derdine düşüyorum. Reşadiye camisini soluma alıp yürüyeceğim, evet, sağımdaki parkın yanından sağa dönüp ilerleyince 200 metre ilerde Sazova’ya kalkan dolmuşlar bulunuyormuş. Tarifi veren yaşlı amcaya teşekkür edip söylediklerine harfiyen uyuyorum. Nihayet minibüste yerimi alıp keyifle etrafı seyrede seyrede 7-8 dakikada Sazova’ya ulaşıyorum.
Daha önce oğlumla da geldiğim bu masal tadındaki park, beni kasvetli şehir havasından alıp hayal alemine sürüklüyor.
Geniş bir alana, yemyeşil bir bahçe olarak kurulmuş olan bu yerin ortasına bir de yapay bir göl yapılmış ki insanın içine su serpiyor. Soğuk havaya aldırmadan güneşi daha çok hissetmeye çalışarak yürüyorum hızlı adımlarla. Ve nihayet o görkemli masal şatosu karşımda.
Türkiye’deki 8 kuleden ilham alınarak inşa edilmiş bu rengarenk 26 kulelik ihtişamlı esere bakarken aynı heyecanı hissediyorum. Galata Kulesi (İstanbul), Burgulu Kule (Amasya), Sindirella Kulesi (İstanbul – gravür), Kız Kulesi (İstanbul), Adalet Kulesi (İstanbul – Topkapı Sarayı), Ulu Kule (Mardin), Çan Kulesi (Diyarbakır), Yivli Kule (Antalya).
Aslında içimdeki çocuk giriyor şatoya. Efsaneler diyarı, gizemli yolculuk ve masal tüneli bölümlerini aynı merakla inceliyor yeniden.
Büyümeyen yanım, çocuklar için planlanmış bu düş ülkesini güle oynaya adımlıyor. Sanki geçmişimin, çocukluğumun sokaklarında dolaşır gibi sorumsuzca. Toz pembe hayaller içinde, gerçeklerin ağırlığından uzak, tüy gibi hafifçe…
Bende bir muzip haller, bir şaklabanlık, bir neşe bırakıyor bu ziyaret. Kitap köşesinde kahkahalar, terasta kıkırdamalar, dışarda hoplamalar, zıplamalar…
Hatta tek ayak üstünde mutlu flamingo pozu vermeler… Özetle ruhuma iyi geliyor bu Sazova Bilim Sanat ve Kültür Parkı!
Aslında yapay gölün üzerindeki korsan gemisi müzesi de efsane. Oğlumla hayranlıkla gezmiştik daha önce. Ancak hava şartları dolayısıyla kapalı olan bu yeri hatıralarımdan çekip çıkarıyorum. İçinde hamaktan yataklar, erzak dolu bir mutfak, kaptanın odası ve kürek çekme alanları. Öyle hayal meyal bir şeyler işte.
Sırada Devrim Arabaları Müzesi var. Yine bir toplu taşıma, martı scooterı ve biraz da yürüyerek ulaştığım, bu enteresan hikâyesi olan Devrim’i dikkatle inceliyorum.
1961 yılında, 4,5 ay gibi kısa sürede yapılan bu ilk yerli üretim olan otomobilin, o dönemin şartlarında epey yakışıklı bile göründüğünü düşünüyorum.
Sonra Karakurt var bir de. İlk yerli buharlı lokomotif.
O da 1957’de Adnan Menderes’in Ankara Gençlik Parkı’nda çok beğendiği minyatür iki trenden esinlenerek, kendisinin bunu Türk mühendislerinden istemesi üzerine yine 1961 yılında Eskişehir Demiryolları Fabrikasında üretilmiştir. Burada oğlumun da bir hatıra fotoğrafı var 2018 yılından.
Henüz daha 8 yaşındayken… Şimdi gözüme nasıl da küçük göründü.
O yıl oğlumla geldiğimizde Eskişehir’in denizi olan Kent Parkı göremediğim için hep üzülmüşümdür. Sırada bu kadar övülen yeri görmek var. Ancak bu sefer ulaşım hakkımı taksiden yana kullanıyorum. Hızlıca ulaştığım bu devasa alanı Sazova’ya da benzetmiyor değilim. Uzun ve geniş bisiklet yolları, yürüyüş parkurları, mükemmel düzenlenmiş bir peyzaj ve yapay göl, plaj, havuz.
Plaj kısmı, kış mevsimi dolayısıyla boş ve ıssız olunca görmek istediğim hali ile bakıyorum o açıya. Baktığım o boşlukta benim gördüğüm tablo aynen böyle. Cıvıl cıvıl, neşeli su ve çocuk sesiyle bir kumsal.
Odunpazarı evleri sıradaki rotam. Güneşi batırmadan görmek istediğimden yine taksi ile geliyorum bu Eskişehir’in eski mahallesine. Girişte Üç Boyutlu Sokak Sanatı çalışmalarından bir heykel karşılıyor beni.
İlginç bir karşılama olsa da yolda satıcıların ikram ettiği leblebi tozundan yapılmış o ağızda dağılan kurabiyemi yiyerek Atlıhan El Sanatları çarşısına doğru yürüyorum.
Bir zamanlar han olarak kullanılan bu yapıda şimdilerde ise lüle taşı, toprak kap, gümüş, hat, seramik ve cam sanatı ürünlerinin üretim ve satışının yapıldığı mağazalar hizmet veriyor.
Hediyelik ve süs eşyasının yoğunlukta olduğu bu dükkanlardan bense her geldiğimde olduğu gibi lüle taşından bir çift küpe almak alışkanlığımı sürdürüyorum. Anıtsal magnetimi de aldıysam sokaklarında dolaşabilirim Odunpazarı’nın.
UNESCO Dünya Miras Geçici Listesinde yer alan bu bölge, sokakları, meydanları, çeşmeleri ve konutları ile Eski Türk Şehri görünümünü muhafaza eden bir müze görünümünde.
Cumbalı evlere hayranlıkla bakarken, Bursa’yı Cumalıkızık’ı hatırlıyorum ve bir de Filibe’yi (Plovdiv). Oradaki evler de tıpkı bunlar gibi özgürlüğe doğru uzanmış el gibi duran cumbaları ile ama onları huzura, sükunete davet eden, bir arada tutan ahşap çatıları ile tezat sanatını yaşatmıştı bana. Tıpkı şimdiki gibi odunsu bir kokuları vardı insanı çocukluğuna götüren. Muntazam duruşlarının altında çılgınca eğlenen çocuk ruhlu evlerdi belki de beni böylesine hissettiren.
Karşılaştığım Odunpazarı Modern Müze, beni nostaljiden koparıp günümüze getiriyor.
Merakla girdiğim bu yerde ise beni daha büyük bir sürpriz bekliyor. Uzun süre seyredip etkisinden niçin bir türlü kurtulamadığımı anlayamadığım o devasa bambu heykelini, Japon sanatçı Chikuunsai IV yapmış. Ve eseri hakkında da benim çok hoşuma giden şöyle de bir açıklaması var. “Doğadaki dört elementi tema olarak aldım; su, ateş, hava ve toprak. Beşinci element ise boşluk, ona kimimiz evren, kimimiz uzay diyoruz. Eskişehir’e seyahatimde ve burada geçirdiğim iki haftada karşılaştığım insanlar, onlarla etkileşimim, beşinci elementin bir parçası oldu.”
Chikuunsai IV ne tasavvur ederek böylesi bir eseri icra etti bilmiyorum ama bambu parçalarından örülmüş bu devasa halat, hayata tüm kuvvetiyle tutunuyor gibi. Belki gerçek ile hayal arasındaki o çizgi, düşündüğümüz kadar ince ve keskin değil bilakis bu örgü kadar güçlü ve kalındır.
Diğer sergilerin de olduğu bu muazzam müzeden ayrılırken aklımdaki tek hatıra o bağ. Kimine göre sevgi, kimine göre aşk, kimine göre de akıl bağı…
Cam sanatları müzesine giderken havada yürüyor gibiyim. Ancak kapıyı zorlayıp da açamadığımda saatin 17:00’yi geçmiş olduğunu fark edip müzeyi değil ama sokağı fotoğraflıyorum.
Bu durumda balmumu müzesine de geç kalmış bulunuyorum. Neyse ki daha önce oğlumla detaylıca gezebilmiştik. Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi, tüm karakterlerinin bizzat Belediye Başkanı Büyükerşen tarafından yapılmış olmasıyla Türkiye’de ilk ve tek. Zengin çeşitliliğiyle de bizi epey şaşırtan müzeden bir bilim aşığı olarak elbette Einstein’ın ve fikirlerini hala yaşattığımız Ulu Önder Atatürk’ün fotoğraflarını çekmeliydim.
Bu hatıralarla Şelale Park’a doğru yürüyorum. Elektronik yol haritasının tarifine göre ilerliyorum elbette. Şehri geride bırakarak tepeye doğru adımladıkça şehir mezarlığının ortasından geçeceğimden bihaberim. Mezarların yanından geçerken tek şükrüm, havanın hala aydınlık oluşu. Ya karanlıkta geçmek zorunda kalsaydım? İçinizden bazılarının ‘Ölülerden niye korkuyorsun, canlılardan kork!’ dediğini duyar gibi oluyorum. Ama soğuk bir ortam, ürkütücü. Sessiz…
Nihayet hedefe ulaştığımda ise geriye dönüp şöyle bir kuş bakışı gezdiriyorum Eskişehir’e doğru.
Çamlık alanın içinde mezarlık, onun bittiği yerde Odunpazarı yani Old Town, onun da ilerisinde yeni yerleşim alanı ve Porsuk Çayı. Bu manzara eşliğinde akşam yemeği muhteşem olacak. Bu sefer gösterişli bir mekân seçiyorum bu keyif için.
Bir de ödül babında bir tercih yapıyorum yemek için.
Yani şimdi sabah erken saatlerde uyanılıp, Yüksek Hızlı Trenle, 2 saatlik bir yolculuktan sonra gün boyu yürünüp, birçok noktayı keşfettikten sonra son bir gayretle bu tepeye ulaşılmışsa biraz şımarmayı da hak etmişimdir.
Bu leziz yemekten sonra ise soluğu yine Porsuk Çayı kenarında alıyorum. Lacivert gökyüzü altında, tek sıra dizilmiş sokak lambalarının bitimindeki altın kaplama aslan heykeli ise tarihe bir gönderme yapıyor sanki. Sanki Dorlion değil de Dore Lion der gibi. Şehrin eski adını simgeliyor adeta. Bunun adı Sanat işte; gözle görülür bir şey üretirsin ve insanlar, gözle görülmeyen envai çeşit parça görür, düşünür ya da hisseder.
O zaman gözle görülür bir eğlence zamanı… Rengarenk ışıklarla bezenmiş Barlar sokağını biraz dolaşmalı…
En beğendiğimiz bir barda, canlı performans eşliğinde, soğuk biramı yudumlarken cesaretine hayran kaldığım devrimcinin fotoğrafına bakıp ve onun ülkesine gitme hayali kurmalı…
Günün sonunda deliksiz bir uykuya dalarken, inanılmaz beğendiğim bu şehrin ışıkları altında gözlerimi yummak bir hikâyenin mutlu sonu gibi. Bedenim gondoldaki hafif salınımla titreşirken beynim, dışarıya açılan pencerelerimin yansıttığı görüntülerle dans ediyor adeta… biraz daha ileri... Sonra biraz daha…
Anadolu’nun, soğuğuna inat sıcacık, neşeli, samimi, zengin kültürü ile yaşayan şehri…
Kendisine yavaş yavaş veda etmeli. Ve bir başka yazıda, bir başka şehirde tekrar görüşmeli…
Özetle Eskişehir:
1- Sazova Bilim Kültür ve Sanat Parkı
2- Devrim Arabaları Müzesi
3- Kent Park
4- Odunpazarı evleri
5- Atlıhan El Sanatları Çarşısı
6- Odunpazarı Modern Müze
7- Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi
8- Şelale Park
9- Porsuk Çayı ve Gondol Sefası
10- Barlar Sokağı ve Gece Eğlencesi
11- Çibörek ya da Çiğbörek
Comments