Uzun zamandır hayal edilen, arzu edilen ve de merak edilen Avrupa'nın en güzel ülkesi İtalya'ya , Sirmione'den başlamak ne hoş bir giriş. Ülkenin en büyük gölü Garda Gölünün kıyısında yer alan bu minik kasaba, limon bahçeleri ve begonvilleri ile ünlü. Zaten kasabaya gelişimizle hem görüntüsü hem kokusuyla bu iki bitki cezbediyor bizleri. Hele mor begonviller beni benden alıyor. Bazı yazarlara ilham kaynağı da olan bu turistik şirin mi şirin yer, girişindeki Sirmione Kalesi ile dikkat çekmekte.
İlk önce yazlık olarak düşünülüp daha sonra koruma amaçlı inşa edilen bu görkemli kalenin kendine ait limanı bulunuyor.
Dondurmaları ile de bilinen kasabanın en ünlü sokağı Vittoria Emanuele Sokağıdır. Çok minik bir yerleşim bölgesi olan Sirmione'de göl kıyısında oturmak pek keyifli.
Hele de restoranlarından yükselen müzik sesiyle sokaklarında dans etmek muhteşem. Gerçi İtalya'nın bir çok kentinde kendinizi müziğin ritmine kaptırmış ve dans ediyorken bulabilirsiniz. Sanatla iç içe olan bu ülkede kimse sizi bunun için yadırgamaz.
Ne kadar hoş bir durumdur ki bu minik kasabadan, bir başka, aşk dolu, otantik bir şehre, Verona'ya geçiyoruz.
Adı bile şairane olan bu kentte bir de efsanevi büyük bir aşkın kahramanları olan Romeo ve Juliet yaşamıştır. Evlerini ziyaret etmeden geçmeyin derim. Özellikle Juliet'in evi neredeyse müze şeklini almış. İçinde bir çok hediyelik eşyanın da bulunduğu evin bahçesinde Juliet'in heykeli ile fotoğraf çektirmenin uğur getirdiğine inanılıyor. Tabi fotoğraf çektirirken heykelin memesini tutmak şartıyla.
Bir çok tarihi yapılarla bezenmiş olan dar sokaklı bu romantik şehirde benim en keyif aldığım an ise ; o görkemli Arena'ya karşı meşhur Proseccosunu yudumlayıp gün batımını izlemek. Ve geçmişte burada olmuş olabilecek tarihi olayları hayal etmeye çalışmak. Müthiş bir ambiyans...
Bir romantik şehirden bir başkasına...
Venedik...
Kanallar şehri, Sular Şehri, Maskeler Şehri....
Ahh ne hayaller ne hayaller...
Bir sevgiliyle bu masalsı şehre geliniyor, gondola bir heyecanla birlikte biniliyor, sarmaş dolaş ahenkle süzülen kayıkta o dar ve neşeli evler, neşe ve hayranlıkla seyredelip aşk sarhoşu olunuyor vs vs... :)
Bence olası bir hayal ama öncesinde yalnız gidip test etmek istemiş olabilirim.
Velhasıl kara yoluyla da gidilebilen şehre biz deniz yolunu tercih edip Adriyatik Denizin'den kentin görünümünü merak ediyoruz. Tabi ki 117 ada ve 400 köprüden oluşan bu deniz şehrinde ilk yapmak istediğim gondol sefası.
Aman Allahım! O nasıl güzel bir duygu. Nasıl enteresan bir keşif. Rengarenk, pencereleri çiçekli evleri seyrederken, o daracık kanallarda başka gondollarla denk geldiğimizde Provinonun (gondolu kullanan kişi) yaptığı manevra ile evleri ve köşeleri sıyırarak düşmeden ilerleyebilmek, büyük marifet. Güneşli ve ılık bir günse hele gondol sefasının tadı bir başka.
Bu arada kayığa maksimum 6 kişi binebiliyor ve onları da Provino binerken kilosuna göre oturtuyor. Ve başlıyor o inanılmaz macera. Keyifle anmak ise en güzeli.
Ünlü kaşif ve de gezgin Marco Polo, bilinen ressam Tintoretti, İtalyan klasik müzik bestecisi, virtüöz kemancı aynı zamanda rahip Antonio Vivaldi ve hem yazarlığı hem çapkınlığıyla tanınan Kazanova bu şehirde doğmuş olup Venediklidirler. 500'den fazla konçerto bestelemiş olan Vivaldi'nin en ünlüsü benim de dinlemeye doyamadığım Dört Mevsim Konçertoları adlı eseridir. Gondoldan inip bu kanallar şehrinin meşhur meydanına doğru ilerliyoruz.
Napolyon Benapart'ın bu meydan ile ilgili şöyle de bir sözü vardır. ''Dünyanın en güzel meydanı olsa olsa San Marco meydanıdır. Çünkü oradaki gökyüzü her yerden güzel.'' Buradaki gökyüzünü Napolyon'a ne sevdirdi bilinmez ama bu kadar övgüyle bahsedilen bu şahane meydanı oluşturan yapılar birbirinden değerli. En ünlüleri San Marco Bazilikası, Dükler Sarayı, Aziz Marc'ın Çan Kulesi ve Saat Kulesidir. Aslında bütün dikkati ve turistleri çeken iki eser Bazilika ve Dükler Sarayıdır. Her yanı farklı bir mimari ile yapılmış Bazilikanın girişini İstanbul'dan getirilen bronz atlar süslüyordu.
Çan kulesinden yükselen zil seslerinin eşliğinde güvercinlerin dans edercesine uçuştuğu ılık bir sonbahar sabahında bu manzarayı seyretmeye doyamadım. Güneşin içimizi ısıttığı ama tenimizi kavurmadığı bu Ekim gününde hayran kaldığım bu efsanevi şöleni geride bırakıp gitmek zor gelse de kendimize bir, ne biri hatta iki maske alarak ve mart ayındaki karnavala gelme sözü de vererek ayrılıyoruz bu su şehrinden.
Ve rotamız Toscana bölgesinin başkenti Arno nehri kenarındaki sanatın şehri Floransa'ya düşüyor.
Rönesans dönemi ressamı, heykeltıraşı, mimar ve şairi olan Michalengelo'nun yine aynı döneme ait İtalyan Hazerfan olarak da bilinen o dönemin ünlü filozofu, astronomu, mimarı, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, kartografı, yazarı ve ressamı özetle bugünün Google'ı gibi her şeyi bilen Leonardo Da Vinci'nin şehri. Da Vinci'nin meşhur Mona Lisası her ne kadar şu an Paris'teki Louvre Müzesinde sergilense de resmedildiği o şanslı yer yine burası. Son Akşam Yemeği tablosunun ise Milano'da sergilendiğini de ekleyelim.
Buradaki Sinyorlar Meydanı'nı süsleyen ve yapımı 5 yıl süren Davut Heykelinin heykeltıraşı da Michalengelo'dur. Bu iki önemli sanatçının bu güzelim sanat ve tarih kokan şehirde olduğuna şaşırmamak lazım.
Kentin görülmesi gereken önemli yapılarını sayacak olursak:
1. Santa Maria Del Fiore ve ya diğer adıyla Meryem Ana Kilisesi
2. Sinyorlar Meydanı
3. Ufizzi Galerisi,
4. Bu galerinin içinde yer alan 1,5 kmlik Vasari Koridoru
5. Sinyorlar Meydanındaki Neptün Çeşmesi
6. Michalangelo Tepesi
7. Santa Croce Bazilikasıdır.
Meryem Ana Kilisesi yapımı 500 yıl sürmüş olup, tepesindeki devasa kubbeyi bir kuyumcunun çizmiş olması ilginçtir bana göre.
Duomo (Floransa Katedrali) olarak da bilinen bu yer en ünlü ve en büyük katedraldir. Duvarındaki sanat eseri niteliğindeki tüm heykelleri izledikten sonra yakınındaki şehrin siyasi ve sosyal merkezi olan Sinyorlar Meydanında alıyoruz soluğu. Bu alan adeta açık hava müzesi gibidir.
En önemli iki eser Michalengelo'nun Davut Heykeli ve topraklarına Pisa'yı kattıklarında deniz şehri olmasından ötürü Ammati tarfından yapılmış Neptün Çeşmesidir.
Bu bahçede daha bir çok görülmeye değer eser olmasına rağmen ben bir tek Cellini'nin Medusa'nın başını tutan Perseus Heykelinden bahsetmek istiyorum. Alçı ve balmumundan yapılmış eser tek kalıptan çıkmış olması ile eşsizdir.
Bu meydanı terk etmekte zorlansak da diğer güzellikleri görmek üzere Arno Nehri kenarına doğru ilerliyoruz. Ufizzi Galerisi çıkıyor karşımıza tam nehre varmadan önce Rönesans dönemine ait önemli sanatçıların eserleri ile dolu müzenin önündeki sırayı beklemeye göze alamayıp bir dahaki sefere deyip nehir üzerindeki Ponte Vechio Köprüsü'ne bakakalıyoruz.
Rengarenk sevimli bir köprü. Onu arkamızda bırakarak ters yönde nehir kenarında yürüyoruz ve karşımızda Michalengelo Tepesi.
Tepeden şehrin manzarası şahane.
Santa Croce Bazilikasını görmeye karar verip merkez kütüphanesinden geçiyoruz.
İçinde Galileo, Michalangelo, Dante ve Machiavelli'nin anıt mezarları bulunan Bazilikaya biletle giriliyor. Sadece şöyle bir bakıp çıkarım dediğim müzeden bir saatten önce çıkamadım ki tabloların ve heykellerin altındaki hiçbir açıklamayı okumadım. Göz gezdirmek bile epey zaman alıyor. Buradan çıkınca önündeki kocaman meydanda bir çok sokak sanatçısı ile karşılaşıyorsunuz. Her köşeden farklı tınılarda müzik sesleri yükseliyor. Dedim ya içinde yaşama sevinci olan herkes gibi kaptırıyorum müziğin ritmine kendimi. Daha derin nefes alıyorum. Mis gibi kokuyor sanki bu özgürlük hissi veren notalar. Belki de mutluluğun kokusudur bu! Böyle güzel bir ülkenin böylesine muhteşem bir şehrini daha görebilmiş olmanın verdiği huzur ve hayranlığın kokusu...
Ruhumuza iyi geliyor sanat. Sanatın her şekli; resim, heykel, müzik, kitap, dans...
Gözümüze, gönlümüze bir sevinç yağmuru yağdırıyor sanki. İçimizde saklanmış olan neşe beliriveriyor yüzümüzde.
Ve bu hoş ruh haliyle bu ülkenin başka bir şehrine doğru yol almaya başlıyoruz...
💜