Güzel atlar diyarı, Kapadokya… Geçmişi, milattan önce altıncı yüzyıla dayanan, tüflü volkanik arazide, sel suları ve rüzgârın etkisiyle oluşmuş orta Anadolu’daki Peribacaları bölgesi değil de engin tecrübeleri ve muhteşem fiziği ile Peri Kızı diyesim geliyor. Belki de peri masalı. Endamıyla, enerjisiyle, bilgeliği ile beni kendisine hayran bırakan, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Kırşehir ve Kayseri civarına yayılmış olan bu diyar, hem tarihi hem coğrafyası ile tam bir efsanevi düş ülkesi. Bu fantastik rüyaya benim de uzanmak isteyişim…
Bir merak, bir heyecan, bir bekleyişin ardından yolculuğun başlaması… Uzun ve rahatsız bir gecenin sabahında, Ihlara Vadisinin aslında bitiş noktası olan Selime Katedraline uyanıyorum. Kapadokya’nın en büyük katedrali olma özelliğinin yanı sıra din adamlarının da yetiştiği bu mistik yeri, sıra sıra kahverengi kavuğa benzetmekten kendimi alamıyorum. İç Anadolu’nun o sarı-kahve arası rengi buradan kendini belli etmeye başlıyor. Rengine, heybetine, samimiyetine merhaba dediğim noktadan rotamı keşfetmeye hazırım.
Derken yolumun devamında o görkemli ve çarpıcı güzelliği ile Ihlara Vadisi, çıkıyor karşıma. Dünyanın önemli kanyonlarından biri aslında. Vadiyi sarmalayan kayaçların kolay işlenir olmasından dolayı eski zamanlara ait yaşam izleri barındırması, kendisini benzerlerinden ayırıyor. Hem nasıl benzersiz olmasın ki? Melendiz Çayı, Ihlara vadisini boylu boyunca derin ve sarp biçimde yarmakla kalmamış bir de hayat vermiş o güzelim topraklara. Tüm alanda karasal iklim görülürken vadi içinde akdeniz iklimi yaşanmakta. Her yerde bozkır ve cılız bir bitki örtüsü varken bu dik kayaların arasında, usul usul akan nehrin etrafında bağlar, bahçeler ve bol yeşillik alan şaşırtıyor beni. Saklı bir cennet gibi adeta! Artık buraya kim sakladıysa?
Daha bu yeşil vadinin büyüleyici etkisinden kurtulamadan bir başka güzelliğe uzanıyor yolum. Göreme-Avanos arasındaki Paşabağlar’da buluyorum kendimi.
Peri bacalarının oluşum şeklini en iyi burada gözlemleyebiliyorum. Daha çok dönemin rahiplerinin kullanıp inzivaya çekildikleri bu şapkalı mantarların içine girmeyi başarıyorum.
Duvara yaslanıp ne görmüş olabilir zamanın insanı diyorum. Ne düşünmüş, ne bulmuş özünde? Nasıl ısınmış bu kapısı penceresi olmayan odada? Bu sert yatakta nasıl uyumuş? Karnı doymuş mudur o tarihte? Peki önemsemiş midir bunları? Yoksa Maslow’un ihtiyaç piramidinin zemininde yer alan fizyolojik sorunları ve ikinci bölümdeki güvenlik kategorisini çözmeye çalışmaktan kendini gerçekleştirmeye vakit bulamamış mıdır? Yine deli deli sorular zihnimde. Bunlara cevap bulamadan o tepeleri parlak, pasta şeklinde, renk renk katmanları olan, büyük ve şişko peri bacaları arasına çıkıyorum. Bu devasa kayaç hepsinden daha çok etkiliyor beni. Arkasına aldığı güneşten midir denir daha bir cazibeli görünüyor bana.
Ve sırada Asmalı Konak var. Ne Seymen Ağa ne de her zaman çok sevdiğim Nurgül Yeşilçay’ın Bahar tiplemesi için kilitlenirdim 2000’li yıllarda ekran başına. Beni benden alan o kocaman siyah gözleri ile Dicle rolündeki İpek Tuzcuğlu’nun yüzündeki mimikleriydi. Nasıl nefessiz izlediysem diziyi şimdi de öyle soluksuz gezdim; bir zamanların çekim setini. Konağın o ahşap penceresinden, çorak bozkıra bakarken huzurla doluyor içim. Nedir ki beni böylesine sakinleştiren? Kırmızı kiremitli bir çatı görüntüsü mü yoksa meşe ağacından yapılmış pervazın dokusu mu?
Belki de eski, tozlu, naftalinli kokudur beni böylesi mutlu anılara götüren?
Sıra biraz da arka tarafta. Başımı kaldırıp bakıyorum yukarıya. Düzensizlik içinde bir düzen. Taşlara oyulmuş odaların da şahane görüntüsünü aldıysak, şimdi ne zamanı? Bir kadeh şarap hiç fena olmaz hani ya...
Bu umutla buranın ünlü imalathanesinin kapısında resmen sıraya giriyorum. Birçok leziz tadımın sonunda bu aralar pek sevdiğim, aradaki farkı çok da anlayamadığım bir Rose bir de Blush alıp o taş konak otelime doğru yola çıkıyorum ağır aksak. Yolda bir keyif kahvesini hak ettiğimi düşünüyorum gün batımına karşı.
Şu hazzın, tarifi imkansız. Bu eşsiz coğrafyada bir gün geçirmek bile ruha tazelik, beyne sağlık, kalbe mutluluk getiriyorken bu tat ile taçlandırmak efsane! Yavaş yavaş yudumlarken kahvemi, yine o gururlu gülümseme yerleşiyor yüzüme.
İşte böylesi şahane bir yerdeyim. Hem tarihe tanıklık etmiş, hem muhteşem bir doğaya sahip olmuş bu olağanüstü topraklarda, bir masalının içinde.
Ertesi sabah gün doğmadan çıkıyorum yola. Karanlık olması korkutmuyor beni. Az sonra yaşanacaklar ömrümün en güzelleri. Ve işte başlıyor Balon Şöleni.
Gün ağrırken yavaş yavaş, güneş ışınlarından ziyade balonların ateşleri aydınlatıp ısıtıyor manzarayı. Ne muazzam bir görüntü, ne unutulmaz bir an. Sanki … Sanki değilmişçesine bu dünyadan, bu diyardan. Daha çok fırlamışçasına bir masaldan.
Seyretmeye doyamadığım o yer, o manzara, o an. Kaptırıyorum kendimi büyüsüne. Bırakıyorum her şeyi süzülüşüne. Ne dert kalıyor ne tasa. Ne planlar, organizasyonlar yer ediyor beynimde. Ne korkular, kaygılar barınabiliyor kalbimde. Sadece gökkuşağı misali, rengarenk, çiçek açmış, duygu yüklü ümitler.
Buz gibi sabahın serinliğini, bu eşsiz tablo ısıtıyor. Işık hüzmeleri parlaklaşırken, balonlar da yükseliyor.
Onlar gözden kaybolurken, hayaller, umutlar çoğalıyor, hatıra defteri kabarıyor. Nasıl geçti zaman, tadına doyamadan? Gönlüm ve aklım hep burada kalıyor.
Bedenimi zorlayarak da olsa Kapadokya’nın ilim ve düşünce üssü, binlerce yıl manastır hayatının hüküm sürdüğü en özel yerlerinden biri Göreme Açık Hava Müzesi'ne sürüklüyorum.
Yine bir peribacaları şehri karşılıyor beni. Büyük, küçük, alçak, yüksek ve yine o kahve-gri tonunda Anadolu toprağı seriliyor gözlerime. Hristiyanlığın yayıldığı ilk yıllarda kurulan bu yerleşim alanı birçok kilise ve şapel içeriyor; duvarlarında renklerini hala koruyan freskleri ile. Neredeyse her kaya bloğunun oyularak ibadet, yaşam ve öğreti alanlarına dönüştürüldüğü, her alanında kutsallığın sanatla birleştiği bu vadi 1985 yılında da Unesco Dünya Mirası Listesi’ne girmiş. Bir zamanlar, burada yaşamın var olduğuna dair bu izlerin enerjisi, güneş demeti ile birleşince enfes bir tat bırakıyor insanın dimağlarında.
İlgi çeken tarihi ve geçmişten günümüze kadar vadiye adını veren güvercinlerin öyküsü ile bütünleşen Güvercinlik Vadisi sıradaki ambiyans. Buraya kadar gelmişken asla es geçemeyeceğim bir uğrak nokta. Hem efsane manzarası hem de muhteşem bir hikayesi olan bu vadi görülmeye değer. Yörenin şarabının bu kadar leziz olmasının sırrı, yetiştirilen üzüm bağlarının bu güvercin gübreleri ile beslenmesiymiş. Binlerce güvercinin dansına şahit olabileceğiniz bu düş diyarı Kapadokya’ya veda etmek için şahane bir nokta. Günün son ışıklarını yüzümde hissettiğim nazar boncuklu ağacın altında hem yenilenmiş hem kutsanmış hissediyorum.
Ve kısacık iki günlük zamana sığdırdığım, unutulmaz bir seyahat öykümün daha sonuna gelirken geriye dönüp baktığımda, anılarıma eklenen bu eşsiz gezi sayesinde yüzümde beliren o muzip gülümseme! Zamana inat, ön yargılara inat, imkansızlıklara ve salgına inat... Yaratılmış zamanın, bulunmuş imkanlarıyla... Başka rotalarda buluşmak dileğiyle…
Merhaba Nuray hanım, kısa bir süreliğinede olsa Peri bacaları diyarı Kapadokya bölgesine yapmış olduğunuz seyahat yazınızı okudum, öncelikle yaşadığınız heyecanları bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
Gidilecek ve gezilecek yerler hakkında bu kadar bilgi sahibi olmanız, kusursuz seyahat planınız, anlatımınız, görselleriniz muhteşem oldukça yetenek işi, bunuda siz çok iyi başarıyorsunuz, kutluyorum, her alandaki başarılarınızın, seyahatlerinizin devamını diliyorum, sağlıkla kalın 🙏👍👏👏👏