Balkanlar’ın o eşsiz coğrafyasına sahip azimli bir ülke, Kosova.
2008 yılı 17 şubatta bağımsızlığını ilan edip 117 ülke tarafından hemen tanınsa da henüz bu durumu onaylamayan ülkeler de var maalesef. Bunların başında Yunanistan, Güney Kıbrıs, Sırbistan, Rusya ve İspanya geliyor. Onlara göre burası Sırbistan’a ait özerk bir bölge.
Ülkenin nüfusu, büyük çoğunlukla Arnavutlardan oluşuyor. Ama bunun yanı sıra Türk, Boşnak, Sırp, Roman ve Mısırlı azınlıklar da var.
Resmî dili Arnavutça, Sırpça ve İngilizce olan ülkenin para birimi olarak da Euro kullanılıyor.
Bu giriş bilgilerinden sonra başkenti Priştine olan bu Balkan ülkesine Makedonya tarafından girip farklı bir şehrini ziyaret edeyim.
Türklerin en yoğun yaşadığı yer olan Prizren.
Üç tarafı dağlarla çevrili olan bu yerde güneşli, açık ve net bir hava karşılıyor beni. Bistrica Nehrinin şenlendirdiği bu şehrin hemen yukarısında ise Osmanlı’dan kalma tarihi dokusunu korumuş evler var ki bana kendimi Cumalıkızık ya da Şirince ‘de hissettiriyor. Üstelik bahar mevsiminin o güzel kokulu beyaz gülleri hem burnuma hem gözlerime bayram ettiriyor. Tüm coşkusuyla akan ırmak ise o güzel melodisiyle manzaramı taçlandırıyor.
O güzelim tarihi Bistrica Köprüsü de hala sapasağlam duruyor ve şehre otantik bir hava katıyor. Onu önce karşıdan izliyorum, sonra da üzerine çıkıp bir anı pozu alıyorum. Çünkü olmazsa olmaz.
Ardından ise Balkanlar’ın en yüksek minareli camisi olan Sinan Paşa Camisi takılıyor gözüme. Düşünmeden edemiyorum eski Osmanlı günlerini. Kim bilir nasıl sade ve yavaş bir hayat sürüp gidiyordu bu topraklarda, teknoloji ve kaostan uzak. Az insan, az gürültü, az kirlilik.
Biraz etrafta dolaştığımda ise bu camiye yakın olduğunu gördüğüm Sırp Ortodoks ve Katolik kilisesi ise bir başka gerçeği anlatıyor bana. Çok dinli ve hoşgörülü bir yaşamın varlığını ve güzelliğini.
Kırık Mescid, Mehmed Paşa Camisi, Bayraklı Camisi, Saraçhane, Osmanlı Hamamı da diğer tarihi eserler ve görülmeye değer noktalar. Şehir bugün Türklüğünü, bu camiler, hamam, saat kulesi, türbesi ve mahalle isimleriyle korumaya devam ediyor.
Bense bu bilgilere ara verip etleri ile meşhur olan bu kentin bir restoranına dalıyorum. Açlıktan zil çalan midemi durdurmak zor olsa da sabırla bekliyorum. Ve sonunda dumanlı mumanlı, alengirli, gösterişli karışık bir et tabağı geliyor. Her ızgara etin tadına keyifle bakıyorum.
En sonunda da adı soka olan, içi lor peyniri, kaymak ve süzme peynir ile doldurulmuş sarı biber turşusu tarzı bir şey yiyorum. Tadı fena değil. Ama ben tabaktaki diğer biber çeşitlerini ve ızgaralarını daha çok seviyorum.
Eh karnımız da güzelce doyduysa sıra geliyor, üstüne bir keyif yapmaya. Bazı şehirlerde bu, kahve ya da şarap olsa da bu şehirde tercihimi aperol spritzden yana kullanıyorum.
Nehir kenarında şöyle buz gibi turuncu renkli içeceğimle şehre ve nehre karşı oturup dalıyorum huzurlu hülyalara. ‘Vay efenim bugün oğlumla geldiğim bu topraklara bir gün başka sevdiğimle gelir miyim ki’ den tut ‘Ne güzel bir bahar havası, ne muhteşem coğrafya, nasıl bol oksijen, oh mis gibi ciğerlerim bayram etti, iyi ki gelmişim’ e varan çeşitli düşünceler eşliğinde yudumluyorum içeceğimi. Ve geleceğe umutla bakıyorum güneşin parlayan ışığında… Sevgiyle ve merakla kalın efenim... Bir başka rotada görüşmek dileğiyle...
Comments