Balkanların en gözde ve en sevilen rotası olan Ohri Gölü ile Matka Kanyonu’na sahip o şanslı ülke Makedonya; resmi adı ile Kuzey Makedonya…
Topraklarına ayak basar basmaz etkilendiğim ve unutamadığım ender ülkelerden biridir kendisi. Sebeplerine gelirsek ilkinden başlayalım derim.
1-) Ohri Gölü: Berrak sularının üzerinde usul usul yol alan sandalın süzülme sesine karışan kuş cıvıltıları… Diğer bir deyişle doğanın sesi, huzurun sesi…
Bu melodiler eşliğinde yeşilin bin bir tonu ile bezenmiş suyun güneşle ettiği dans aklımdan çıkmıyor. Gözlerimin bayram ettiği, ruhumun şefkatle dolduğu o an, mıh gibi kazınıyor beynime.
Zamanın geçmesini istemediğim o dakikalar uçup gidiyor maalesef. Nasıl ilerlediğini anlamadığım süre doluyor. Sadece saf, tertemiz, mis kokulu güzel sesli bir peri kalıyor zihnimde.
Balkanların en eski ve en derin gölü olan Ohri ile tanışıklığımız böyle pekişiyor. UNESCO tarafından 1979 yılında Dünya Kültür Mirası listesine dahil edilmesi ile önemi artsa da son yıllarda azalan su seviyesi gölün geleceğini korkutuyor.
Etrafındaki bitki örtüsüne can veren ve 200’den fazla balık çeşitliliğine ev sahipliği yapan canım gölün önemli su kaynağı ise Prespa Gölü.
Suyun kaynağı olan bu yerde bir de meşhur manastır var ki oradan göl manzarası bir harika.
Hem manastırın kendisi de bir o kadar ilginç. Söylentiye göre de oradaki sandukaya kulağını yaslayıp kalp atımlarını duyanlar pek bir dindar, pek bir cennetlik insanlar oluyormuş. Tabi kulağımızdaki atar damarı duyuyor olabileceğimiz aklımıza gelmese iyiydi. Aziz Naum Manastırı da bu hikâye ile biline…
Gölün bu üst kısmından geriye yani Ohri Şehri’ne tekne ile geri dönmeye karar vermek de şahane bir fikir. Zira servi ağaçlarının arasından geçip göle açılmak efsane oluyor. Hele de sonra yaklaşık 300 metre derinliğindeki suyun buz gibi berrak ve dibini gösteren halini izlemek ise muazzam keyif veriyor. Bu harika görüntüye eşlik eden ince belli cam bardakta tavşan kanı çay ise bir başka güzel!
Bir zamanlar Osmanlı hükümdarlığının varlığını hatırlatırcasına cumbalı Safranbolu evleri ve taş sokakları, şehre nostaljik hava katıyor. Şu köşe başından bozacı fırlayıverecekmiş gibi.
Ama onun yerine ben oraya özgü bir başka tatlının tadına bakıyorum. Pukipen isimli bu yeni çeşit hem gözlerime hem mideme bayram ettiriyor.
Ohri şehrine gelip buranın meşhur incisinden almayan ender insan olarak Üsküp’e doğru yola koyuluyoruz. Ama bu yolun en güzel kısmı renk renk orman manzaralarından ziyade keçi peyniri ile yenen pişi ya da diğer adıyla hamur kızartması veya gödek oluyor. Sanırım çoğu lezzete değişmeyeceğim bir tat. Belki de Göçmen Kızı olarak Balkanların en sevdiği yemek, hamur işidir.
Yoluma bu haz ile devam ederken bir başka güzellik karşılıyor beni. Tetovo kasabasından geçerken adı Alaca olan ve iki kız kardeşin hikayesi ile başlayan kare şeklindeki zarif motifleri ile bezenmiş cami beni şaşırtmayı başarıyor.
Yangınlarda hasar görse de tadilatlarla günümüze kadar gelmeyi başarıyor.
Ve nihayet ver elini Üsküp… Büyük İskender’in şehri. Makedonya’nın başkenti.
Ülkenin politik, kültürel, ekonomik ve akademik merkezi olan kent. Ortasından geçen Vardar Nehri onu ikiye ayırmaktan ziyade süsleyerek yoluna devam ediyor.
Şehrin meydanında Büyük İskender’in at üzerinde ve babasının dimdik ayakta olan iki devasa heykelleri tam karşı karşıya duruyor. Birbirini selamlayan baba-oğul. Ne hoş bir düşünce. Zaten bu meydanın dört bir tarafı çeşitli heykeller ile donatılmış. Sanırım bu şekilde anılıp tarihe iz bırakmak istemişler ki bunu da başarmışlar. Orada tek heykeli olmayan kişinin benim olmam pek üzücü 😊
Makedonya’nın bu güzelim Başkentinde geceyi elbette eğlenceli bir Makedon gecesi ile sonlandırıyoruz.
Hatta meyhanedeki doz bize yetmeyince soluğu eski şehrin sokaklarında alıyoruz. O bar senin bu bar benim dolaşıp gözümüze kestirdiğimiz bir tanesinde karar kılıyoruz. Geceyi bitirmeye pek niyetli olmasak da nehrin üzerinde günü noktalıyoruz.
Ertesi sabah masalsı bir yolculuk bizi bekliyor…
2-) Matka Kanyonu: Dağların arasında cennete açılan kapıya doğru ilerlercesine yaprakların üzerime kayışını hissediyorum sadece. Sabahın erken saatlerinde geldiğim bu doğa harikası, gerçek olduğuna inanılmayacak kadar harikulade. Sonbaharın tonları yeni yeni boyarken tuali, ressamın kabiliyetini hissettiğim bu eşsiz resim, beni benden alıyor. İşte bundandır ki Makedonya bende derin izler bırakıyor.
Hem bireysel hem grup halinde binilebilecek tekne ve sandallar eşliğinde bu güzelliğe tanık olunabilen bu kanyonun kenarında adrenalin dolu yürüyüş yapmak da mümkün; çiçeklerle bezenmiş kafelerinde kahve içmek de… Karar sizin!
Böylece Makedonya’nın iki doğa harikasını da paylaşmış oldum sizlerle. Ama bir yer var ki her ziyaretimde beni bir başka etkiler; Manastır Askeri İdadisi. Diğer bir deyişle Atam’ın gittiği askeri lise. Şehrin şimdiki adı Bitola ancak Osmanlı döneminde Manastır olarak biliniyor. Bu küçük sevimli kasabanın meydanı heykel, fıskiyeli saat ve camisi ile dikkat çekse de gönlümde iz bırakan hep bu askeri lise oluyor.
Her uğradığımda da Atam’a not ve hatıra yazısı bırakıyorum. Açtığın yolda gösterdiğin hedefe hiç durmadan ilerleyeceğime ant içerim!
Başka rotalarda buluşmak dileğiyle…
Not: para birimi Makedonya Dinarı ve o da 0,5 Türk Lirası ediyor.
Merhaba, benim an başta diğer yazılar da da olduğu gibi 3 dk. da okunur açıklaması hoşuma gitti. Bizim gibi çok oku(ma)-yı seven bir millet için (!) 😅 Hoş benim ki daha uzun sürdü. Resimlere bakarken dalıp gittiğimden mütevellit. 😊 Neysem şu youtuber lar dan izlemiştim daha önce de. Ama okumak ve görmek daha güzel bence. Teşekkürler. Yeni rotaları beklediğimizi belirtir elinize, kaleminize ve güzel yüreğinize sağlık dilerim. Sevgi ve selamlarımla...