Yine bir tren yolculuğu ile başlıyorum yeni macerama. Sırt çantam, valizim ve ben! İstasyonda Wörgl’den Salzburg’a gidecek olan şimendiferi beklerken değil dakikaları, saniyeleri sayıyorum adeta.
Öyle belirsizliklerle dolu ki şimdiki rotam; ne kalacağım yer belli ne gezeceğim duraklar… Ne de bir karşılayanım olacak… Elimde bir tek tren bileti, gidişi olup dönüşü olmayan bir yolculuğun tek simgesi… İşte bu yüzden, bu sefer biraz endişeliyim.
Doğaçlama seyahat etmeyi seviyorum aslında. Evet, evet en az planlı gezilerim kadar seviyorum. Hem bu adrenalin, bu heyecan, bu bilinmezlik başka bir keyif veriyor bana. Kaybolma, dağılma ve sonra yeniden kendimi bulma seremonisi!
Bu kayboluşun bir basamağını azaltmak için kalacağım yeri belirlemeye çalışıyorum. Ama ne yazık ki günler önce baktığımda belki burada kalırım dediğim her yer dolmuş. Sonunda kötünün iyisi bir hostel bulup rezervasyon yapıyorum.
Yolculuk boyu penceremden gördüğüm yeşil çayırlar, çimenler, dağlar, ormanlar ruhumu okşadıktan sonra nihayet benim için son durağa geliyorum.
Trenden indiğimde hiç acele etmeden insan selinin aktığı yere doğru sürükleniyorum. Tam istasyondan çıkmak üzereyken otobüs bileti için bir büfeye sormak aklıma geliyor da 24 saatlik bir bilet alıyorum. Tüh keşke 48 saatlik alsaydım. 2 gün buradayım ne de olsa!
Neyse çok az yürüyüp otobüse bindikten sonra biletimi okutuyorum. Bomboş olan otobüsle keyifli bir panoramik şehir turu zamanı. Hostelin biraz uzak olmasının avantajları hep bunlar.
Tarihi yapısı çok iyi korunmuş minik kentin, mimari açıdan zengin yapılarının, düzenli yeşil alanlarının önünden ve Salzach Nehri üzerinden geçmek beni çok mutlu ediyor. Hele nehir kenarında yan yana dizilmiş uzun bisiklet kuyruğunu görünce hiç bitmeyecek sanıyorum.
Sonra dağın altındaki dar bir geçitten geçerken otobüsün oraya nasıl sığdığına ve çarpmadan geçtiğine şaşırıyorum. Sonunda ineceğim durakta atıyorum kendimi aşağıya. İki yanı çınar ağaçları ile dolu geniş bir caddede yürürken havanın Tirol’deki kadar serin olmadığını ama sıcak da denmeyeceğini fark ediyorum.
Kısa bir yürüyüşün sonunda bir nehrin kenarında ormanın içindeki hostelimi bulup resepsiyonla tüm detayları ve kuralları konuştuktan sonra anahtarımı alarak odama geçiyorum.
Karma cinsiyetli bir hostel odasında, iki ranzanın varlığı üç kişi ile uyuyacak olduğum anlamına geliyor. Buraya kadar sorun yok. Bu benim de bildiğim ve beklediğim bir durumdu. Peki diğer 3 oda arkadaşımın da yatak yanlarında erkek ayakkabıları ve kıyafetleri olması nasıl bir şey? Buna pek olasılık vermiyordum işte. Hiç ama hiç beklediğim bir durum değildi.
Acaba diyorum burası erkek odası ve benim adımı karıştırıp yanlışlıkla mı buraya verdiler? Koşa koşa resepsiyona geri dönüp tekrar soruyorum?
Karma cinsiyetli oda mı yoksa erkek odası mı diye kaldığım?
Cevap, karma cinsiyet olunca boynumu büküp yavaş yavaş odama dönüyorum tekrar. Hey bunda endişelenecek bir şey yok.
Bu yetiştiğimiz kültürün bir dayatması sadece. Hadi ama rahatlaaaa!
Erkek olması insan olmadığı anlamına gelmez.
Derin nefes al!
Zaten odada da kimse yok.
Sakince çarşafını ve nevresimini hazırla, eşyalarını düzenle ve günün geri kalanında Salzburg’u keşfeeetttt!
Hem çok merak ettiğin Mozart’ın doğduğu ve yaşadığı evi göreceksin daha… Heyyo yaşasın!
Haritadan kestirme bir yol bulup yürüyerek tekrar şehir merkezine iniyorum.
O gelirken otobüsle geçtiğimiz dağın altından yürüyerek karşı tarafa geçer geçmez nasıl şahane bir mimari dokuyla karşılaşıyorum öyle. Yüzyıllar boyu korunmuş tarihi yapılar, çeşmeler, geçitler ve yollar bile…
Etrafıma hayran hayran bakarak ilerleyip ilk hedefime kilitleniyorum: Mozarts Geburtshaus.
Getreidegasse adındaki trafiğe kapalı o en kalabalık ve Altstadt yani eski şehirdeki en hareketli caddeye yürüyorum hızla. Çünküüüüü buraya geliş sebeplerimden biri olan ve en çok merak ettiğim kişi olan Mozart’ın doğduğu ev bu caddede.
Minik bir aralıktan yukarıya uzanan merdivenleri yavaş yavaş çıkarken 1756 yılının ocak ayını düşlüyorum. Burada doğan o üretken bestekarın ilk günlerini ve çocukluğunu…
Zaten biletimi alıp evi keşfettikçe de önce mutfağı sonra doğum odası ve tüm evi sindire sindire dolaşıyorum.
Aile portreleri, mektuplar, yarım kalmış resimler derken en çok ilgimi çeken Mozart’ın kemanı ve her köşede duran farklı farklı piyanolar. Bir ustanın evine de böylesi yakışırdı sanırım.
Sanatçıya ait birçok kişisel objenin olduğu ve bestelerinin çalındığı bu evde olmak beni büyülüyor. Hele Amadeus Müzikalinden sonra merakımın bir hayli arttığı bu müzisyen hakkında daha çok bilgiye ulaşmak ve kısacık hayatına sığdırdığı olağanüstü melodilerin kaynağına inmek hayranlığımı arttırıyor. Asla şöyle bakıp geçemiyorum, hissedene kadar, anlayana kadar hatta evin krokisini çıkarana ve eşyaları ezberleyene kadar kalıyorum o evde.
Nihayet yeteri kadar vakit geçirdiğime karar verip bu sefer de üstadın 1773 ve 1781 yılları arasında yaşadığı eve yürüyorum hızlıca.
Ev aslında Nazi hava saldırılarında yıkılmış olsa da aslına uygun olarak inşa edilip 1996 yılında müze olarak halka açılmış.
Mozart Wohnhaus, böylece ikinci durağım oluyor. Burada telsiz şeklindeki kişisel rehberden, bol bol nota dizilimlerini dinledikten sonra klasik müziğe doyamasam da hava kararmadan ziyaret etmek istediğim diğer noktalar için düşüyorum yola.
Mirabel bahçeleri ve sarayı, görmek istediğim sıradaki yer. 1965 yapımı The Sound of Music adlı filmin çekim platosu da olan bu saray 1606 yılında yapılıp 4 asırdır güzelliğini koruyor.
Daha ana kapıdan girer girmez beni içine çeken, kendisine hayran bırakan büyük, gösterişli ve rengarenk bahçesinin içinde saatlerce dolaşıyorum.
Bir nehir tarafına doğru gidip heykelleri inceliyorum, bir yukarı sarayın olduğu tarafa gelip botanik güzelliğin içinden tepedeki Salzburg Kalesini izliyorum.
Yine uzun sayılabilecek bir vaktin sonunda buradan keyifle ayrılırken sarayın içindeki mermer salonun Avrupalı ileri gelenler için düğün noktası olarak önemini öğreniyorum.
Mozart’ın şehrinde ben böyle nefessiz keşifler yaparken acıkan karnımın sesini, kalede gün batımında yerim deyip saatlerdir bastırsam da sonunda dayanamayıp enfes bir salata söylüyorum kendime.
İsteği yerine gelmiş bir çocuk gibi sevinen midemin mutluluğu beni ferahlatıyor. Şimdi daha bir keyifle yoluma devam edebilirim.
Zira Mozart’ın doğduğu evin de bulunduğu eski şehre dönüyorum tekrar; zamana yenik düşmeden korunan, görülmesi gereken önemli yapıların çoğu bu bölgede zaten. Sokaklarında dolaşırken Mozart’ın gençliğine doğru yolculuk yaptığım bu senfonik şehirde Residenzplatz meydanına ulaşıyorum.
Residenzbrunnen adlı Avrupa’nın en gösterişli barok yapımı mermer çeşmesi etrafında insanların telaşını ve bir an önce kaleye çıkmak isteyen kendi içi sesimi dinledikten sonra ise hızlı adımlarla yoluma devam ediyorum. Nihayetinde de Festungsbahn denilen bir funiküler sistemin önüne geliyorum. Hızlı tren ve teleferik karışımı bu sistem Karaköy’den Taksime çıkan raylı sistemin aynısı.
Nefes nefese yol yardımı ile bulduğum bu ulaşım aracına yetiştiğimde son sefer olduğunu öğrenmekse o meşhur güzelim şansıma tekrar teşekkür sebebi.
Sıkış tepiş insan kalabalığı içinde kaleye çıktığımda ise yapmak istediğim 1000 yıllık kalenin duvarlarını, eskiye ait yaşamları hissetmek değil, tarih ve müzik sarhoşu olduğum bu orta çağ kentinde gün batımına doğru kadeh kaldırmak.
Böylece elimdeki bu kırmızı mey, karşımdaki efsanevi manzarayı ve içimdeki tatlı melodiyi taçlandırıyor.
Kaleden çıkıp karanlıkta hostelime doğru yürüyerek yolu bulmaya çalışırken başımdaki dönme hissi ve ağzımdaki o muhteşem tat, bir kadeh şaraptan olmuş olamaz. Klasik müzik dehası Wolfgang Amadeus Mozart’ın doğum yeri ve buna uygun biçimde tam bir müzik şehri olan Salzburg, Tuzkent, beni büyülemeyi başarıp başımı döndürüyor olmalı.
Tatlı bir gece yürüyüşünden sonra sağ salim vardığım hostelimde, ranzanın üst kattaki yatağıma uzandığımda, ne dört kişilik odada uyuduğum geliyor aklıma ne de üç oda arkadaşımın da erkek olduğu. Deliksiz, serin bir uyku oluyor ödülüm.
Sabah uyandığımda herkesi uyurken bulduğuma ise seviniyorum. Kahvaltımı etmeden hızlıca hazırlanarak kendimi yine sokağa atıyorum.
Bugünkü rotam, şahaneeeee! Hallstatt’a…
Ama önce dün alelacele geçtiğim yerleri sindirerek bir kez daha görmek istiyorum.
Residenzplatz meydanındaki ilgi odağı çeşmeyi biraz daha yakından inceledikten sonra Salzburg Katedrali’ne odaklanıyorum.
İlk olarak 774 yılında inşa edilen bu dini yapı, asırlar boyu çeşitli sebeplerden dolayı eklemeler sayesinde 1628 yılında Barok tarzı olan bugünkü görünümüne kavuşmuş.
Bünyesinde bulundurduğu değerli eserler kadar, Mozart başta olmak üzere kentin birçok ünlü simasının vaftiz törenlerine ev sahipliği yapması da turistik açıdan popüler olmasını sağlıyor.
Hemen yanı başındaki kentin dünü ve bugünü hakkında detaylı bilgiler sunan Salzburg Müzesi yer alıyor.
İşte önce bu müzenin önündeki banka oturup çeşme, katedral, at arabası ve meydan manzaralı jambonlu sandviçimi yiyip daha sonra müzenin kafesinde bol sütlü cafe lattemi içiyorum. Bayılıyorum böylesi müzik kokan, tarihi mekanlarda keyif yapmaya…
Buradan sağa dönüp yürüdüğümde ise Salzburg’un tarihi kent merkezinin kalbinde Mozartplatz yer alıyor. Elbette bu şehrin dahi insanını tasvir eden gösterişli bir anıt da bulunuyor.
Sokak sanatçılarının yer aldığı bu meydandan sonra ise tekrar Salzach Nehri üzerinden yürürken dün akşamki kaleye bakıyorum. Şehrin tam tepe noktasında bulunan kale neredeyse her yerden görülebiliyor.
Nihayet Mirabel bahçeleri ve sarayın önüne geliyorum tekrar.
Renk renk çiçekleri ve peyzajı biraz daha seyrettikten sonra satın aldığım günübirlik Hallstatt turu için buluşma noktasına koşuyorum. Tam vaktinde ve son kişi olarak ikinci kattaki yerime oturduğumda bugünkü macera için epey heyecanlı hissediyorum.
Böylece otobüs yavaş yavaş Salzburg’dan ayrılırken şehir manzaralarının yerini fıstık yeşili çimenler ve zümrüt yeşili ormanlar almaya başlıyor.
Avusturya’da bir yerden bir yere seyahat etmek inanılmaz keyifli. Öyle ki penceremden sürekli doyulmaz bir huzur görüyorum. Dağlar, tepeler, çayırlar ve çimenler… tabi ki yeşilin her tonunu…
Böyle düşünürken birden karşıma dağların arasından muazzam güzellikte berrak mavi bir göl çıkıyor.
Avusturya Tirol yazısında da anlattığım üzere bol bol göl görmeye alışkınım bu ülkede. Ama yine de her seferinde ayrı bir etkileniyorum. Hele bu sefer göl, adını çok tanıdığımız bir dehanın ailesinden aldığından unutmak mümkün değil. Evet senden bahsediyorum; Wolfgangsee!
Yolumuzun devamında benzer manzaralar eşliğinde devam edip nihayet o, çok merak ettiğim minik kasabaya geliyorum. Hani şu gezginlerin sayfalarında bol bol fotoğrafını görüp bayıldığım, 7000 yıllık tarihi olan meşhur yer; Hallstatt’a…
Otobüs durur durmaz fırlıyorum resmen dışarıya. İki saatlik vakitte saniyeler bile değerli. Ama sokaklarına dalmadan önce Hallstatter Gölü’nün kıyısına gelip önce uzaktan izliyorum güzelliğini.
Sırtını Avusturya Alplerine dayamış olan bu sevimli köy, önünde ressamlara ilham olacak güzellikte bir gölü kucaklamış durumda. Üzerinde kar beyazı kuğuların dans ettiği narin ve huzurlu mavilik sakinleştiriyor beni. Daha yavaş ve hissederek ilerlemeli. Ona yetişeceğim, illa bunu göreceğim kaygısı gütmemeli. Tenimde hissettiğim güneş, kuğularla ördeklerin de süzülüşünü seyrederken daha da yavaşlatıyor bedenimi. İşte şimdi dinliyorum iç sesimi… Ve buluyorum dengemi. Yüzümde kocaman bir gülümseme, hayalini kurduğum yerde olmanın tarifsiz sevinci, şükrü ve minneti!
Böylece kasabanın tek anayolunu sakince yürüyorum. Bir yanımda huzurlu göl manzarası bir yanımda minik, çiçekli pencereleri olan renkli evler, hediyelik eşya dükkanları ve sevimli kafeler. Sükuneti kokluyorum; kuğunun kanadında, gölün üzerindeki bulutun yansımasında, evlerin penceresindeki pembe sardunyaların taç yapraklarında…
Derken geri dönüyorum ulaştığım yolun sonundan ve ana meydana (Old Town&Market /Marketplartz) geliyorum. Hani şu kutsal üçlü (baba, oğul ve kutsal ruh) heykelinin olduğu yer.
Ticaret merkezi olan bu alan, yani eski şehrin göbeği kim bilir ne zamandır var ve ne badireler atlatmıştır? 1700’lü yıllarda yangında tamamen yıkılıyor ve sonra aslına uygun olarak tekrar yapılıyor. Bu felaketlere rağmen Viyana’nın şöhretini dama attıran bu yıllanmış kasabanın bu denli ilham kaynağı oluşunun sırrını düşünüyorum. Çinlilere birebir replikasını yaptıran dillere destan güzelliğini, gezginlerin ve fotoğraf sevdalıların uğrak yeri oluşunu, aslında bu şehri anlamaya ve hissetmeye çalışıyorum.
Neden sonra birden aklıma geliyor. Aslında nerden çekersek çekelim her fotoğrafta olan ama bizim detaylara değil de bütüne baktığımızdan çok da dikkat kesilmediğimiz o kiliseye dönüyorum yönünü; Evanjelik Kilisesi’ne.
İçi pek sade olan bu ibadethanenin demek ki sadece dışı albenili.
Sonra diyorum ki bu kadar düşünmek, merak etmek, güneşin kavurucu ışınları altında yürüyüp keşfetmek yeter. Biraz serinlemek ve dinlenmek gerek. İşte o an gözüme çarpan Hallstatt birası tam da bu anın kurtarıcısı oluveriyor. Bu yıllanmış görkemli meydana ve yeniden yapılan muhteşem evlere, bir de üçlü heykele karşı kaldırıyorum bu sefer kadehimi.
Ne yalnız oluşum umurumda ne de gidemediğim tuz madenleri ve skywalk(Gözlem Noktası). Evet biliyorum. En eski tuz madenleri bunlar. Olmazsa olmaz. Görülmezse olmaz. Gidilmezse olmaz da olmazsa da olur işte bu seferlik. Sadece havanın sıcaklığı, şehrin çekiciliği ve masalın büyüsü sarıyor ruhumu. İçime çektikçe buz gibi serinliği, biraz daha hissediyorum bu keyfi.
Benim ziyaret edemediğim bu ünlü yerleri de bir dahaki sefer deyip hayallerimin devam etmesine izin veriyorum. Çünkü tüm hayallerimi yaşarsam, hayal edilecek bir şey kalmaz. Oysa şimdi hayal gücü, merak, yaratıcılık ve ilham benimle beraber.
Dönüş yolunda daha bir neşeliyim. Kim bilir belki de biraz o mayalı içeceğin etkisi. Biraz da manzaraların mucizesi. Her neyse, var olan biricik hayatımızı, kendi seçimlerimizle yaşıyor olmanın verdiği özgürlük ve rahatlık hissiyle vardığım Salzburg’da bu sefer de kaleye ve nehre karşı bir aperol spritz oluyor ödülüm.
Rengine ve tadına bayıldığım bu gazlı içecek ile veda edeyim öyleyse bu muhteşem şehre… Senin her köşene hayran kalıyorum Salzburg. Nasıl derli toplu ve yürüyerek keşfedilecek kadar minik, bir o kadar da görkemli bir şehirsin! Seninle ilgili aklımda kalanlar:
1. Mozarts Geburtshaus
2. Mozart Wohnhaus
3. Getreidegasse Caddesi
4. Salzburg Kalesi
5. Mirabel bahçeleri ve sarayı
6. Residenzplatz meydanı
7. Mozartplatz meydanı
8. Salzburg Katedrali
9. Salzburg Müzesi
10. Salzach Nehri
11. Hallstatt (Burası başlı başına bir yazı konusu aslında)
Böylece ayrılık vakti gelip çatıyor. Sıradaki rotamız Viyana… Bir dahaki serüvende görüşmek üzere…
Böyle kendi başına keyfince gezenlere hayranım.. Fotoğraflar, anlatımınız harika... Nice gezmeleriniz olsun..
Sevgiler
Her cümleden sonra hayranlikla acaba ne ile devam edecek dedigim bir yazi olmus.
Degil sikilmak devami nerde diyorsun adeta. Eline saglik Nuray, Sabirsizlikla devamini bekliyorum. Sevgiyle...