Git işine ey vaiz, ne bağırıyorsun Yoldan çıkan benim gönlüm, sana ne oluyor
Allah’ın hiçten yarattığı belinde sevgilinin Bir incelik var ki hiçbir kul çözemedi
Dudağı ney gibi beni arzuma ulaştırmadıkça Bütün alemin öğüdü kulağıma yel gelir
Semtinin dilencisi sekiz cennetten müstağni Aşkına esir olan iki alemden özgürdür
Aşk sarhoşluğu beni harap ettiyse de
Varlığımın temeli harabedendir
Gönül, yarin zulmüyle cevrinden inleme çünkü yar Sana bunu nasip etti, öyleyse bu adalettir
Git, masal anlatıp efsun üfürme Hafız Bu masal ve efsundan ezberimde çok var!
Hafız-ı Şirazi
(1320-1390)
İran
Şiraz doğumlu Tasavvuf şiirinin öncülüğünü yapan Hafız, şarkın en lirik şairlerinden olmakla kalmamış ünü tüm dünyaya yayılmış. Sadi ve Mevlana’dan etkilenen, şiirlerinde en çok aşk ve şarap temasını kullanan Şirazi hem Türk edebiyatına hem Avrupa edebiyatına ilham vermiş. Onun şiirlerine ilgi duyan Goethe, her birine Farsça başlık verilmiş on iki bölüm halinde topladığı lirik şiirlerini West-Oestlicher Divan adıyla yayımlamış.
Yine Yahya Kemal Beyatlı’nın Rindlerin Ölümü şiiri Hafız’ın sanatını konu almış.
Rindlerin Ölümü
Hafız'ın kabri olan bahçede bir gül varmış; Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle. Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış Eski Şiraz'ı hayal ettiren ahengiyle.
Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter.
Yahya Kemal Beyatlı
Tüm dünyaya ün salmış böylesi kıymetli bir şairin mezarında güller, bülbüller ve serviler var mı bir bakalım?
İsfahan’dan 4-5 saatlik bir yolculuktan sonra Şiraz şehrini keşfetmeye Hafıziye’den başlıyoruz. Yani Hafız-ı Şirazi’nin kabristanından. Güneş elini ayağını çekmiş ama karanlık da tam basmadan o en sevdiğim saatte geliyoruz bu meşhur kabre. Gökyüzünün rengi çelik ile hile mavisi karışımı bir şey. Kandiller yeni yeni ışımakta. Sarı parlaklıkları kabri aydınlattıkça ünlü şairin sözleri gelir aklıma.
“Dünyanın tüm renkleri burada toplanacak!”
Nasıl da bilmiş Farslı Şair. Tüm aşıklar burada buluşuyor, tüm halk burada toplanıp piknik yapıyor. Bir buluşma bir kaynaşma noktası gibi. İran’da mezarlar, uzak durulan değil, kaybettikleri sevdikleri ile beraber vakit geçirilen yer olarak görülüyor.
Kaldı ki şiirin bu kadar önemsendiği, radyoda şarkı yerine şiir okunduğu, tv programlarında şiir ile atışma yapıldığı bir memlekette şairlerin kabirleri de böyle dolup taşıyor. Çok şaşırmakla beraber mutlu oluyorum bu gelenekten. Ölüm korkusu azalıyor kalbimde. Gelecekse sevdiklerim her gün ziyaretime varsın toprak olsun bu beden. Ruhumdur, beni yükseltip gelenleri seyreden!
Servilerin serin gölgesinde, bülbül sesi eşliğinde çiçek rayihasına bulanmış bu misk kokulu kabri divan edebiyatının hatıraları ile gezdikten sonra sıradaki yerimiz için ayrılıyoruz.
Vekil Bazaar denilen bir kapalı çarşıya doğru ilerliyoruz. Ama nasıl güzel nasıl ahenkli bir geçitten yürüyoruz. Buradan geçip bir doğu masalının içine giriyoruz aslında. Heh işte şimdi karşıma Ali Baba ve 40 Haramiler ya da Alaeddin ve Sihirli Lambası çıkacak sanıyorum. Öyle büyüleyici, öyle masalsı bir geçit. Gerçeklikten hayal alemine götüren.
Derken pazara ulaşıyoruz. Burası İran’ın en büyük kapalı çarşısı. İçinde baharat, kumaş, halı ve el sanatları ürünleri bulunan çarşı, labirent şeklinde; kışın sıcak yazın da serin tutacak şekilde inşa edilmiş. Ortasındaki portakal ağaçlarıyla çevrelenmiş minik meydanına ise bayılıyorum. Narenciye kokusu ve su sesi eşliğinde burada epey oturup dinleniyorum.
Neden sonra acıktığım geliyor aklıma ve yemek için düşüyoruz yola. Yolda kalpli Şiraz yazısının arkasında Kerim Han Kalesi'ni görüyoruz.
Tamamı tuğladan olan ve yapımı sırasında 12.000 işçinin çalıştığı kale Kerim Han Zend tarafından savunma amaçlı yapılmış. Sonrasında hapishane olarak kullanılsa da şimdi müze şeklini alıp ziyaretçilerine açılmış.
Biz de önünde alırız bir hatıra fotoğrafı.
Derken nihayet yemek yiyeceğimiz restorana geliyoruz. Geliyoruz gelmesine de ben restoran olduğuna inanamıyorum. Yine önünde havuzlu fıskiyesi, dantel gibi işlemeli, rengarenk vitraylı ve sütunlu ahşap ön yüzü ile saraylara taş çıkartan bir yapının restoran olduğuna inanmak zor ama gerçek.
İçeride kıvrımlı geniş merdivenleri çıkarken bir prenses hissi de gelmiyor değil hani. Ama bu his, dört elle yemeklere gömüldüğümde bir anda kayboluyor tabi :)
Enfes bir yemeğin üzerine şahane bir uyku ile ertesi gün çok daha erken uyanıp yola düşüyoruz. Sabahın ilk ışıklarının en güzel yansımaları oluşturduğu nam-ı diğer Pembe Cami yani Nasır El Mülk Camisi erkenciliğimizin nedeni.
Kaçar Hanedanı’ndan Mirza Hasan Ali Nasıl el-Mülk tarafından 1888 yılında yaptırılan camii, çini ve vitraylarla kaplı iç düzeni ile tam bir renk şöleni sunuyor. Bu cümbüşün gelip ortasına yerleşiveriyorum üzerimde çadorumla.
Zira tüm camilerin girişinde hanımlara böyle kepli uzun kollu bir giysi veriliyor, adına da çador deniliyor.
Bulutlu havanın az yansıyan güneş ışınları ile yetinip tevazu gösteriyorum bu an’a, bu yere ve bu dostlara. Nasıl mistik nasıl şairane bir yer öyle.
Bu neşeli camiden zar zor ayrılıp sıradaki Narenciye Bahçesine geçiyoruz.
Bahçe deyince orada durmak lazım. Zira İran bahçeleri dünyada bir ekol. Japon, Fransız ve İngiliz bahçeleri gibi İran bahçesi de tüm dünyaya nam salmış. Tıpkı İran edebiyatı gibi…
Bu şöhretli ekolün yani İran bahçelerinin 5 prensibi bulunuyor.
1. Kare ya da dikdörtgen yapıda oluyorlar.
2. İçlerinde havuz ve kanallar oluyor.
3. Orta yerinde bir konak oluyor.
4. İçinde meyve ağaçları ve yüksek ağaçlar oluyor.
5. Etrafı yüksek duvarlarla çevirili oluyor. Duvarların sebebi zamanında bu bahçelerin asillerin özel bahçesi olması. Şimdiyse halka açık.
Biz de bunlardan Narenjestan’ı ziyaret edelim bakalım.
İki tarafı da portakal ve palmiye ağacı ile çevrili bahçe mis gibi kokusuyla karşılıyor beni.
Rengarenk çiçeklerle bezenmiş havuz kenarı ve daha nicesi. Hele ki o nakış gibi işlenmiş Ghavam evi. Tam bir İran kültürüne ait geleneksel ve tarihi saray. Önce duvardaki tablolar çekiyor dikkatimi, sonrada o muazzam tavanın işçiliği. Tam bir sanat eseri.
Yine hem gözümüze hem gönlümüze hitap etmiş bir yerden bir başkasına geçiyoruz.
Tüm dünya kütüphanelerinde kitabı olan bir şairin kabrine: Sadi Türbesi.
Nazım şeklindeki Bostan ve Gülistan eserleri ile ünlü yine divan edebiyatının önde gelen isimlerinden Şeyh Sadi Şirazi. “Altın çamura düşse de yine altındır, değer kaybetmez!” Ve “Meyve veren ağaç taşlanır!” gibi günümüze kadar gelmiş daha birçok Atasözünün yazarıdır kendisi. Topluma cesaret ve moral aşılayan, mutluluk için yol gösteren gazelleri Moğol istilasına karşı savaşan halkına güven ve azim aşılamayı başarmış.
Edebi yönünden ziyade ise beni en çok etkileyen gezgin ruhu. Çin ve Hindistan’dan Anadolu’ya, Orta Doğudan Mısır’a, Şam’a pek çok bölgeyi ve ülkeyi 30-40 yıl süren bir yolculukla tamamlamış. Ve aslında bu dünyaca ünlü eserlerini bu yolculuktan sonra edindiği tecrübeler ile ilim ve kültür merkezi olan Şiraz’da yazmış.
13. Yüzyılda doğup yaşayan ve hatta Haçlılara karşı Türklerin yanında savaşan, savaşta esir düşüp sonra tekrar kurtulan bu seyyahın mezarını görelim öyleyse.
İranlılar değer verdikleri bu iki şairin de türbelerine çok özenmiş. İki yanı servi ağacı ile kuşanmış ortasında yine havuzun olduğu İran bahçesi şeklindeki bir kabristan inşa edilmiş. Duvarlarında Sadi’ye ait şiirlerin olduğu odanın ortasında sırçadan bir mezar, mezarın içinde sonsuzlukta bir şair!
Sa'di-yi Şirazi Türbesi’nden sonra sırada çok merak ettiğim bir başka durak var: Persepolis!
Dünyanın ilk imparatorluğunun başkenti, Persepolis!
M.Ö 6 yüzyılda Pers Kralı I. Darius’un kurduğu şehir, Persepolis.
İranlıların Taht-ı Cemşid yani Cemşid’in Tahtı adını verdikleri şehir, Persepolis!
UNESCO’nun Dünya Mirası Listesindeki Persepolis!
Ahşap merdivenleri çıkarken kalbimi yerinden çıkacak gibi hissediyorum. Tam 2500 yıl öncesine bir yolculuk, tarih sayfalarını aralayıp içine dalmak gibi bir şey. Merdivenler bitip de şehrin kalıntıları göründüğünde beni devasa kapının iki yanındaki heykeller karşılıyor.
Heybetli ve gururlu duruşlarının arsından geçip karşı tarafa süzülüyorum.
Bu taraftan çok daha net ve sağlam görünüyor zamana meydan okuyan bu asil kapı.
Hemen yanı başında da Hüma Kuşu konuvermiş bir sütunun üzerine. Kendisi Doğu mitolojilerinde ve divan şiirinde üstün özellikleriyle yer alan efsanevî bir kuş. Bazı Türk lehçelerinde Umay olarak bilinen bu mitolojik simge, aslan, at ve kartalın birleşmiş halinden oluşuyor. Bu Hüma Kuşunun aynı zamanda mutluluk, huzur ve bereket getirdiğine de inanılıyor.
Biraz daha ilerliyorum Persepolis’in kalıntıları arasında. Büyük İskender’in yerle bir ettiği, yakıp yıktığı bu bilim ve kültür şehrine içten içe üzülüyorum da. Hele kütüphanenin yanık ve kül rengi izlerini görünce içim acıyor.
Kalan birkaç sağlam yapıdan biri Pers askerlerinin kabartmaları olan duvar, diğeri de mevsimlerin temsili olan taş resim.
Pers askerlerin kıyafeti dönemlerine göre değiştiğini simgeleyen kabartma çok etkileyici. İster istemez 300 Spartalı filmindeki Perslerin bitmeyen ordusu ve görkemi geliyor aklıma.
Aslanın boğayı ittiği bu kabartmada ise aslan baharı, boğa da kışı temsil ediyor. Dolayısıyla Nevruz’a ithafen yapıldığı düşünülüyor. Bahar, kışı kovup tüm heybeti ve bereketi ile kendisini gösteriyor.
Ve son olarak Nekropolis’i görmeye gidiyoruz. Burası da Persepolis’in kurucusu 1. Darius’un da mezarının yer aldığı Pers krallarına ait kaya mezarları. İran halkı bu bölgeyi keşfettiğinde, mezarın ünlü bir mitolojik kahraman olan Pehlivan Rüstem’e ait olduğunu sanmışlar. O yüzden de adı Nakş-i Rüstem olarak anılmış.
Bu kral mezarları biraz farklı olsa da bana Dalyandaki Kaunos Kral Mezarlarını hatırlatıyor. Zaten Kaunos Şehri de bir zamanlar Perslerin egemenliğinde hüküm sürdüğüne göre belki de kayaya mezar yapma fikri Perslerden çıkmıştır😊
Sert taşa şekil verilerek yapılan bu ilginç yerin önünde dikilmiş düşünürken Şiraz’da gördüğüm yerleri özetliyorum kendimce:
1. Hafıziye (Hafız’ın Türbesi)
2. Vekil Bazaar (Vekil Çarşısı)
3. Kerim Han Kalesini
4. Nasır El Mülk Cami (Pembe Cami)
5. Narenjestan (Narenciye Bahçesi)
6. Ghavam'ı Sarayı
7. Sadi Türbesi
8. Persepolis
9. Nekropolis
İlim ve Kültür şehri Şiraz’a veda ederken çölün ortasındaki bir vaha gibi muhteşem güzelliğinden, ilk medeniyetlere dayanan tarihinden, edebiyata olan katkılarından dolayı epey etkilendiğimi itiraf etmeliyim.
Ancak bir zamanlar dünyaca ünlü Şiraz üzüm bağları ve şaraplarının yerinde yeller estiğini, sökülüp atıldığını ve şarabın yasaklandığını görmek beni epey üzüyor. Kültürel bir mirasın yok edilişi enteresan geliyor açıkçası. Belki el altından bir umut bulurum beklentim de boşa çıkınca o meşhur tadı denemeden ayrılıyorum Şairler Şehrinden… Hoşça kal Şiraz… Çok yakında tekrar görüşeceğiz…
Nuray hanım İran,ın kültür başkenti Şiraz şehrine yapmış olduğunuz seyahatle ilgili yazınızda tarihe, kültüre, sanata, edebiyata olan ayrıcalıklı ilginiz ve gözlemlerinizi, mekana, dokuya uyumlu giyilmiş kıyafetler ve seçilmiş görselleriyle birlikte bizlerle paylaşımınız sayesinde tanıyor, öğreniyoruz Dünya,nın çeşitli yörelerini, emeklerinize, yüreğinize sağlık, teşekkürler, başarılar, iyi seyahatler dilerim, yolunuz daima aydınlık ve açık olsun 🙏👋👋