İki keşiş, 4. yüzyılda birbirinden habersiz Atina’dan kalkıp Trabzon’a geliyor ve hikâye ondan sonra başlıyor. Burada karşılaşan Barnabas ile Sophronisos birbirine gördükleri aynı rüyayı anlatınca manastırın inşasında hemfikir olup, Trabzon’un Maçka ilçesine bağlı Altındere Köyü sınırları içinde, Altındere vadisine hâkim Karadağ’ın eteklerinde sarp bir kayalık üzerine kurmaya karar veriyorlar.
‘Kara’ anlamına gelen ‘mela’ da bu dağlardan geliyor. Gel zaman git zaman arada 1000 yıl geçiyor. Bu esnada ve daha sonrasında büyüyerek, saygın pozisyonunu da koruyarak 1900’lere gelse de 1923 yılında mübadelenin ardından terkedilip kimsesiz kalıyor. Taaa ki yakın zamanda Kültür Bakanlığının restore edip halka açana kadar.
Böylesi ilginç, tarihi bir öneme sahip Sümela Manastırına ilk ziyaretim 2008 de olsa 13 yıl aradan sonra tekrar düşüyor aklıma.
Samsun’dan Trabzon’a bisikletle geldiğimiz maceranın ardından tarih kokan taşların arasında dolaşmak, hatırı sayılır bir dinginlik yaratıyor bedenimde. Daha iç avluya kapıdan ayağımı atar atmaz farklı bir atmosfer sarıyor etrafımı.
1700 yıl boyunca, böylesi dik bir yamaçta nasıl oluyor da bütünlüğünü, heybetini koruyabiliyor. Taaaa o zamanlar insanlar buraya nasıl çıkabiliyor? Onu geçtim bu sarp kayalığa nasıl inşa ediyor?
Kafamda bin bir soru ile şapeldeki fresklere bakarken düşünmeden edemiyorum. İsa’nın ve Meryem Ana’nın hayatından kesitlere yer verilen bu boyamaları kimler yapıyor yıllar yıllar önce?
Büyük bir merak ve gizem duygusuyla son bir kez avluya bakıp ayrılıyorum buradan.
Çıktığım merdivenden inerken gördüğüm yemyeşil manzara efsane. Bolca içime çektikten sonra oksijeni, yola devam ediyorum.
Sırada buraya yakın olan Gümüşhane ili sınırları içinde kalan Karaca mağarası var. Kapalı alan korkum olsa da kapıdan ayağımı atar atmaz çok daha rahat nefes alıyorum. Polensiz ve bol oksijenli bu mağaranın havası, astım hastalarına iyi geldiği gibi sağlıklı insanları da solunum konusunda rahat ettiriyor. Sonra bu nasıl bir muhteşem görsellik böyle…
Doğa yine bir sanat eserine imza atmış. Her damlanın bir usta olup, bir harç eklediği bu olağanüstü yapıda, sarkıtlar, dikitler, sütunlar, damlataşı havuzları, perde damlataşları, mağara çiçekleri, traverten basamakları ve traverten havuzları oluşmuş, oluşmaya da devam ediyor. 15 milyon yıllık bu doğa harikasını izlerken hülyalar arasında hayran kalıyorum. Nemli tenine dokunup okşamak, “Ne kadar zarifsin ne kadar başarılısın!” demek geliyor içimden, yapıyorum da…
Hayretler içinde dolaştığım Karaca Mağarasından mutlu mesut ayrılırken sıradaki durak için heyecanlıyım. Hamsiköy’e girerken aklımda olan tek şey uzun zamandır sahibiyle iletişim halinde olduğumuz Tunç Sütlaç’ta, buranın o meşhur sütlacından yemek.
Ve daha ilk kaşıkta gözlerim kocaman açılıyor. Bu nasıl enfes bir tat böyle! Kendimi durduramıyorum. Hatta yetmiyor bir tane daha söylüyorum. Sonra da tarifini alıyorum. Ama bu bildiğimiz tarif. Sonra işin sırrının o muhteşem coğrafyada bulunan doğal inek sütünden kaynaklandığını anlıyorum. Aklımı bu lezzette bırakıp otele dönüyorum. Bugünlük bu kadar mutluluk yeter biraz da yarına bırakayım deyip huzurla uyuyorum.
Ve sabah buraya özgü, otlarla yapılan, yumurtalı, sütlü krepin tadına doyamıyorum.
Kaygana ismi verilen lezzet, şahane! Hayır midem doyuyor da gözüm arkada kalıyor nedense. Yarın sabahın hayaliyle yeni rotamıza ilerliyorum.
Bugün başrol kahramanımız Rizeeeee!
Çamlıhemşin’e bağlı Fırtına deresi ile ayak basıyoruz bu güzel şehre! O ne çılgın o ne coşkulu bir dere öyle. Resmen kumunu sere sere, hatta çakıl taşlarını fırlata fırlata akıyor yeşil dağların arasından Karadeniz’e doğru.
Bu dere kenarında, erimiş peyniri uzata uzata kuymak yemekse nasıl diyeyim ki, sabah kaygana yememiş de aç gelmiş gibi hissettiriyor. Kuymağı hep severdim ama burada bu bölgede yapılana bayıldım. Birkaç farklı yerde tadına baktım bu bölgede hepsini ayrı sevdim.
Hemen devamında Çinçiva Köyü’ne uğruyoruz. Böyle turistik yerleri atlamasak olmaz çünkü. Dere kenarına kurulmuş güzel minik bir köy. Şenyuva taş kemer köprüsünde oturup hem doğal güzelliği seyredip içime çekerken hem de buradan kimler geldi kimler geçti diye düşünüyorum.
Ardından da hoplaya zıplaya geçtiğim kemerin diğer ucunda haşlanmış mısır da yiyerek ayrılıyorum buradan. Ama hala Çamlıhemşin topraklarındayım.
Daralarak iki aracın yan yana zor geçtiği yolumuzda ilerlerken ağzım açık yeşilin her tonuna sahip manzarayı izliyorum. Bu hayranlığıma şaşkınlığım ekleniyor. Görkemli bir kale çıkıveriyor karşıma aniden. Öyle enteresan ki sanki başka yerde inşa edilip hop diye kuş misali o yamaca konduruluvermiş gibi.
Ama hiç de öyle değilmiş anlaşılan. 5. yüzyılda, sarp kayalığın üzerine tüm bölgeye hâkim olarak yapılan bu tarihi eser elbette zamanında çok önemli görevlerde yer almış. Özellikle güvenliğin ve ticaret yollarının korunması için gözetleme kulesi olarak kullanıldığı gibi kervansaray işlevi de görmüş.
Şu anda ise ziyarete açık bu masalsı kalede yapılacak en güzel şey, manzaranın tadını çıkarıp, Fırtına Deresi’nin şarkılarını dinleyerek içime bol bol temiz hava çekmek. Tarihi hayal edip rüzgarla dans etmek ve o hazzı içimde hissetmek.
Bu keyifle aynı sevimli yolda ilerleyip Palovit Şelalesi’ne ulaşıyorum.
Ah o bol serin suyun yaydığı ferahlık hissi. Taa nerelerden hissediliyor. Yemyeşil ormanın içinde bu kadar güçlü bir çağlayan. Görüp de etkilenmemek mümkün değil.
Ne hayallerle o dar, bulutlu her an düştük düşeceğiz olan yolu çıkıyorum bir bilseniz. Gözümün önünde hep aynı görüntü. Uzanan yeşilliklerin üzerine serpiştirilmiş minik yayla evlerine doğru, dağları arkamda bırakıp güneşi önüme alarak şöyle kocaman gülümsüyorum. Bu istek ve heyecanla ulaşıyorum Gito yaylasına. Sonuç? Soğuk olduğu yetmezmiş gibi her yeri sisli, puslu ve yarı karanlık bir manzara.
İnsan hayatında kaç kez bu yaylaya gelir ki? Diye hayıflanıp üzülmek yerine gelen misafirleri güler yüzle karşılayan o karadeniz kadının elinden önce yayla çorbası ve mısır ekmeği ardından kara lahana dolması, mıhlama ve laz böreği yiyorum.
Ha ha ha, burada bir gülücük atmazsam olmaz. Zira manzaranın bedbahtlığı mideme yarıyor. 😊 Çıtır çıtır odunları yanan sobanın üzerinde duran diğer yemeklere de içim gitmiyor değil hani. Ama yayla çorbası seçimim mükemmel. Hele de mısır ekmeği ile… Bayılırım.
Sobanın yanındaki masada üşümüş ayacıklarım ısınırken mıhlamaya ekmeği bana bana yemek de ayrı bir zevkli oluyor. Laz böreğine gelince adının börek olduğuna bakmayın bir tatlı çeşidi bu. Ama asla başka yerde aynı tadı bulamayacağım cinsten. Kıtır kıtır kestikten sonra ağzıma varması ile beni mest etmesi bir oluyor.
Bu ziyafetten midemiz tıka basa gönlümüz aç ayrılıp bir ümit belki o yayla daha günlük güneşliktir diyerek Badara yaylasına gidiyoruz. Eh nispeten daha açık olan buz gibi havayı oynayarak ısıtmaya çalışıyorum yayladaki bir gölün yanında.
Üzerinde ördeklerin de olduğu bu minik göl çok sevimli görünüyor. Ama ben buradaki insanların niçin horon teptiklerini şimdi daha iyi anlıyorum. Başka türlü ısınmak mümkün değil. Al yanaklı, eğlenmeye hevesli, zevk sahibi Karadeniz insanının komik fıkraları kadar şahane türküleri de geliyor aklıma o an. Doğayla iç içe yaşadıklarından denizin ve toprağın kıymetini bilen bu insanlar, duygusaldır da… Öyle ki konusu ne olursa olsun her türküsünde bir ‘sevdaluk’ teması var.
Dönüşte iki günün yorgunluğunu hafif uyuklayarak atarken bu akşam konaklayacağım, uzun zamandır hayali kurduğum o efsane bungalova geliyorum.
Sahibinin güler yüzü ve tatlı dilini de görünce daha çok seviyorum burayı. Peki bu yer nerede? Trabzon’un Araklı ilçesine bağlı Marzuba (Kaymaklı) köyüne kurulmuş olan bungalovlar gerek doğa manzaraları gerek ahşap kokuları gerekse şömine detayları ile beni çok mutlu ediyor. Elbette şömine olur da şarap olmaz mı?
Hepimizin hayali değil midir soğuk bir dağda ahşap evimizde şömine önünde şarap içmek. Peki ya ertesi sabah bu göz dolduran, nefes aldıran manzaraya karşı uyanmak? Bence paha biçilmez!
Uzun uzun tadını çıkarmak istesem de gelen kahvaltının çeşitliliği ve görüntüsüyle bölünüyor yatak keyfim. Aman Allah’ım bu ne şahane bir kahvaltı böyle. Bakmaya doyamadığım o eşsiz doğal güzelliğe bir de damak zevki eklenince benden iyisi yok diye düşünüyorum. Gönlümce uzatıyorum bu keyfi.
Ne bu manzaraya ne bu lezzete doyulmaz ama biraz da dışarısını dolaşmak istiyorum. Arka bahçeye çıkınca da ilk gördüğüm, bisikletle gelirken de bol bol gördüğümüz sere serpe yayılmış fındık çarşafları. Bu mevsimde Karadeniz’de en büyük işçilik bu gibi görünüyor.
Sonra biraz daha ilerleyince de buraya özgü adı Serender olan ahşap evlerden görüyorum. Aslında dört direk üzerine oturtulmuş bir oda gibi, daha çok ve yiyecekleri saklamak için kullanılır. Hem börtü böcekten hem ısı değişikliklerinden. Güzel bir icat gerçekten. Çok da sevimli görünüyor.
Bu doğa gezintimin bana en güzel kazanımı bir tabak dolusu organik mevsim meyvesi oluyor. En sevdiklerimden incir ve kokulu üzüm. Bir de yeşil elma ile ahududu ekleniyor.
Nasıl güzelsin canım coğrafyam, ülkem, topraklarımız, Anadolu… Nasıl bereketli nasıl verimli… Nasıl yeşil nasıl mavi…
Bakmaya, sevmeye, şükretmeye doyamıyorum. Her detayın öyle özel öyle güzel ki keşke hep böyle kalabilsen… Kayıp gitmesen elimizden… Hatta daha da güzelleşsen sevgimizden! Bu dileği diliyorum daha derinden… Ve sonra kabul olma ihtimaline karşı diğer dileklerimi…
Bolluk ve bereket olsun hep hanemizde, ülkemizde!
Sevgi, aşk, güven artsın içimizde!
Başarı takılı kalsın peşimizde!
Sağlık olsun ruhumuzda, bedenimizde!
Yeni seyahatler olsun hayallerimizde!
Gizemli, heyecanlı ve sürprizlerle dolu yeni rotalarda buluşmak dileğiyle…
Çok güzel bir gezinin müthiş güzel yazısı harika. 🥰🥰
Harika yorumlar, harika fotoğraflar, yüreğinize sağlık 👌
Hayranı olduğum, dağlarında, yaylalarında sırtımda 35 kg. lık kamp çantam ile günlerce yürümekten, tırmanmaktan, kamp yapmaktan büyük keyif aldığım bu hırçın, bu güzel, bu zengin coğrafyayı muhteşem görselleri ile o kadar güzel anlatmışsınız ki, yazınızı okurken tekrar aynı heyecanları yaşadığımı hissettim, bize bu duyguları yaşattığınız için sonsuz teşekkürler, elinize, emeğinize, yüreğinize sağlık 🙏👌👏👏👏