Elektrik bir anda kesilip siyahın kolları etrafımızı sardığında, gözlerim zifiri karanlığa alışmadan alnımın biraz üzerindeki saçlı deride, minik bir taş fırlatılmışçasına bir çarpma ve ardından inceden bir sızı hissediyorum. Ani bir refleksle elimi başıma götürdüğümde ise kanıma yayılan zehri durdurmak istercesine bastırıyorum ama nafile…
Yakılan kandillerle önümü görmeye başladığımda ise garsondan buz rica ediyorum. Yavaşça başımı eğip yere baktığımda ise zemindeki döşemede yüzlerce ölü eşek arısı görüyorum. Eyvah ki ne eyvah!
Alerjim yok diye biliyorum. Eskiden annemde de yoktu da ne oldu? Yaş aldıkça alerjisi gelişebiliyor insanın.
Bambaşka bir kıta bambaşka bir coğrafya ve bambaşka bir arı cinsi!
Olabilir mi? Alerjim olabilir mi? Yoktu ama şu an yabancı bir atmosferde bir anda ortaya çıkabilir mi?
Biraz bekleyip kendimi dinliyorum. Sonra da “yok ya bir şeyim!” deyip gelen ince kıyım eti yemeye başlıyorum. İşte o zaman bir anda gelişen yutkunma güçlüğüyle ağzımdaki lokmayı zor bela mideme göndermeye çalışırken ayağa kalkıp kaldığımız casayı ve odamı bulmak üzere fırlıyorum restorandan. Argun Bey önde ben arkada, 1 saat kadar önce yerleştiğimiz yeri bulmaya çalışıyoruz. Kesilen elektrikler yüzünden sokaklar kapkaranlık ve hepsi birbirine benziyor. Doğru yönü bulup hedefi tutturmaya çalışırken ayaklarım dolanıyor, bacaklarımın feri kesiliyor, her an yığılıp kalacağım hissi gelip yerleşiyor yüreğime. Film şeridi ufaktan başlıyor gözlerimin önünde. Derken nihayet casayı bulup odama doğru hızla çıkıyorum merdivenleri. Ah şu karanlık!
Anahtarı zor bela sokup çeviriyorum. Açılan kapıdan aslanın ceylana kapandığı gibi düşüyorum bavulumun başına. Bir iki el yordamı ile ilaç kutusunu buluyorum. Birilerine bir şey olur da müdahale ederim düşüncesiyle koyduğum avil ve dekort ampulü kırıp enjektöre çekiyorum amansızca. Son bir hamleyle de yatağa uzanıp yarım yamalak açtığım kalçama batırıyorum iğneyi. Şırınga boşalana kadar pistonu itip olduğum yerde kalakalıyorum.
Tekrar merhaba hayat! Nerde kalmıştık?
Bakmayın Trinidad maceramın böyle ölüm kalım meselesi ile başladığına daha önce adını bile duymadığım bu minik kasaba, renk renk bonibon şekeri gibi evleri ve balık pulu misali Arnavut kaldırımlı sokakları ile beni mest ediyor.
Evet peki nerede bu Trinidad? Harita üzerinde önce ona bakalım, sonra hakkında biraz daha konuşalım.
1500’lerden kalan şehir Küba’nın ve tüm Latin Amerika’nın en eski yerleşimlerinden. Ancak 1800’lerde burada kurulan şeker değirmenleri sayesinde Trinidad altın çağını yaşamaya başlıyor. Küba’daki şeker üretiminin 2/3’ünü Trinidad karşılıyor. Tabi o zamanlar şeker sadece aristokratların sofrasında görülen bir şey.
Yeni dünyadan eski dünyaya ithal edilen şekerlerle burada saraycıklar yapılıyor. Hatta içleri de farklı ülkelerden gelen envaiçeşit malzemeler ve mobilyalarla donatılıyor. İşte köleliğin ve şekerin şehri Trinidad 1988 yılından bu yana da UNESCO’nun Dünya Mirası Listesinde yer alıyor.
Bu nostaljik kasaba, beni karşıladığı korkunç girişten sonra ise gün gün daha da şaşırtıp sevdiriyor kendini bana. O gece şiş bir yüz ve şiddetli bir baş ağrısı ile yarı uyanık yarı baygın sabahlayıp şahane bir kahvaltı masasına düşüyorum.
Havana ve Vinales yazılarından da hatırlayacağınız üzere Küba’da kahvaltı menüsü hep aynı. Tropik meyve tabağı; guava, papaya ve ananas. Tereyağ, bal, taze sıkılmış guava suyu ve kahve. Hepi topu bu. Çok ender olarak bu çeşitlerin dışına çıkılır. Süt ve süt ürünlerinin olmadığını da hatırlatayım. Süt tozu ve türevleri mevcut. Böyle bir kahvaltının ücreti de her yerde ortalama 5-7 Euro civarında.
Ama doğruyu söylemek gerekirse ben çok sevdim ve alıştım. Keyifle kahvaltı edip şehri keşfetmeye çıkıyorum.
1.Gün: İlk günü, zaten çok küçük olan şehri dolaşmaya ayırıyoruz. En fazla iki saatimizi alacak olan bu gezi, fotoğraf cenneti sokakları ve baştan çıkarıcı müzeleri ile tüm günümüzü alıyor.
Ayda yürüseydik daha hızlı ilerlerdik diye düşünüyorum günün sonunda. Ama şöyle bir özet geçersek…
Plaza Carillo'dan giriyoruz şehre. Ortasında gölgelikli genişçe bir koridorun olduğu park ve akşamları etrafında çocukların ve gençlerin oyun oynadığı alan, gündüzleri pek bir sakin.
Hemen köşede puro ve rom satılan resmî bir kurumda uzun uzun vakit geçirdikten sonra kolonyal dönemin izlerini taşıyan o sinema seti görünümündeki sokaklarında ilerliyoruz. Burada mükemmel kareler elde etmek için profesyonel fotoğrafçı olmaya gerek yok. Deklanşöre basmak yeterli.
Yıllar öncesinden kalma tek tük Amerikan arabaları, devletin izin verdiği renkte boyanan tek katlı sıralı evler, basit gündelik hayatına devam eden çalışkan insanlar ve pencereleri açık olan camlardan gördüğümüz bembeyaz dantelli eski tip koltuklardan dışarıya taşan hayat bizi selamlıyor.
Her şey 1800 lerde uyumuş ve bir anda 21. Yüzyıla uyanmış gibi… Öyle sade, sevimli ve sıcacık.
Derken Plaza Major’a yani en meşhur turistik alana geliyoruz. Daha önce şeker zenginlerinin evleri olan ve meydanı çevreleyen bu yapılar, şimdilerde müze haline dönüştürülüp sanat galerileri halini almış.
İçini dolaştığım bir tanesine gönlümü epey kaptırıyorum.
Sonra da bu meydana bakan Museum Romantica'ya da diğer adıyla Palacio Brunet’e geçiyorum. Yine bir zamanlar Brunet Sarayı olan bu ev, zamanın şeker kamışı zenginlerinden Brunetlere ait.
O günün tarih ve kültürünü korumada inci değerinde olan bu romantik müzede, sömürge ve zenginlik döneminin porselenlerinin, biblolarının, kullanılan mobilya ve mutfak eşyalarının yanı sıra antika değerinde olan sofra malzemelerini inceliyorum.
Aslında zengin ve gösterişli olan bu minik sarayı beğensem de şeker kamışı işçilerinin terinin olduğunu bildiğimden midir nedir adil olmadığını düşünerek biraz da kızgın ayrılıyorum.
Bu asabiyet beni acıktırıyor. Biraz alkol ve biraz yemek hiç fena olmaz deyip eski bir han havasında olan Taberna La Botija’ya geliyoruz.
Küba’da olup da kokteyl içmediğimiz pek bir öğün olmadığından yine romlu içkimizin ardından dinlenip gevşeyerek Trinidad sokaklarında yürümeye devam ediyoruz.
Museo Nacional de la Lucha Contra Bandidos ya da diğer adıyla National Museum of the Struggle Against Bandits meali Haydutlara karşı savunmayı temsil eden müze, sıradaki rota. İçindeki tüm savaş kalıntıları İspanyolca olunca soluğu manzarasını merak ettiğim yanındaki manastırın kulesinde alıyorum. Iglesia y Convento de San Francisco adlı yer.
Trinidad kasabasını kuş bakışı seyredebildiğim bu nadide yer iyi ki varmış. Yemyeşil doğanın içine karışıp ona ayak uydurmuş kırmızı kiremitli bu tek katlı evler, deprem çanlarının son ses çaldığı günümüz endişesinde bana pek bir sevimli, güvenilir ve şefkatli görünüyor.
Baktıkça bakasım geliyor…
Bu beğeni ve hayranlıkla dönüyorum kaldığım casa partikulara. Odamın karşısındaki dar merdivenden çatıya çıkıp güneşin batışını seyrediyorum keyifle… Aynı anda her evin çatısından ses geldiğine dikkat ediyorum sonra. Ve anlıyorum ki Trinidad’da hayat evlerin çatısındaymış; sallanan ferforje beyaz sandalyeler, masalar, çiçekler, barbeküler…
Duman ve kokuları sonradan fark ediyorum.
Gülümsüyorum… Tropikal iklim ve sıcak evler, sahiplerini çatılara çıkararak baş tacı yapmış :)
Dünkü arı sokması ve baş ağrısından sonra bu gece huzurla uyuyorum.
2. Gün: Yeni bir gün, yeni bir macera. Trinidad’da 1906 tarihli nostaljik bir buharlı tren olduğunu biliyor muydunuz? İşte o kara trenle sabah 9:30 da Valle de los Ingenios’a doğru bir yolculuk için bekliyoruz istasyonda. İstasyon demeye bin şahit lazım tabi. Derme çatma bir çatı, altında onlarca yıl öncesine ait bir telefon ve tren rayları. Hepi topu bu.
Aniden bastıran sağanak yağmurdan bizi kurtarmaya yetmiyor o çatı. Bir an önce tren gelsin diye dua ediyoruz. Uzaktan görününce epey de seviniyoruz ama nafile.
Heyecanla merdivenleri tırmanıp içine girdiğimizde bir de ne görelim ne camı vaaaar ne penceresi…Sadece yanları açık tek bir vagon. Ahşap olan tüm koltuklar da ıslanmış.
Yağmurla birlikte hava da biraz serinleyince kaçacak delik arıyoruz ama yok. Hareketlenen trenin rüzgârı da eklenince al sana tropikal iklim!
Neyse ki kısa süre sonra yağmur durup güneş açıyor da keyfimiz yerine geliyor. Bir makinistin yanına gidip trenin sirenini öttüre öttüre kullanıyorum bir arkaya geçip arkada kalan rayları, köprüleri ve yemyeşil doğayı izliyorum. Ama en çok, trenin hareket halinde olmasına aldırmayıp lokomotifin merdivenlerinden aşağı sarkıp adrenalini yükselttiğim anı seviyorum.
Ahh be güzel ülke, güzel topraklar…
İyi ki özgürsünüz! Bir zamanlar köleliğin kol gezdiği o şeker fabrikalarına ve zenginlerin malikanelerine doğru ilerlerken güneşin sıcacık dokunuşu, rüzgârın sarılışı ve özgürlüğün sesi, kokusu umutlandırıyor beni! Nerde olsa tanırım bu hissi; bir özgürlük türküsü, bir özgürlük sevdası!
Sonra yolda gördüğüm Kübalı çiftçilere el sallıyorum bir sevinçle. Öyle samimi ve duygusal insanlar ki onlar da karşılık veriyor. Ortaya da böyle, eski bir dostu selamlarcasına bir kare çıkıyor.
Ve duraklardan ilkine İznaga Malikanesine’ne ulaşıyoruz. Önce dönemin şeker ve rom üretiminin nasıl yapıldığını dinleyip İznaga Kulesi’ne tırmanıyoruz.
Bir zamanlar çiftlik sahiplerinin, kölelerin çalışıp çalışmadığını izlemek için çıktığı bu kule tüylerimi diken diken ediyor.
Geniş bir görüş açısına sahip bu yerden şu anda ise muhteşem bir manzara seyrediyorum. Bakmayın öyle gülümsediğime, zamanında ne acılar ne adaletsizlikler olmuştur da şu an her şey bitti ve mutlu sonlandı diye tebessüm ediyorum o engin coğrafyanın karşısında.
Buradan sonra da bir durak daha var; özellikle şeker fabrikası ve öğlen yemeği için. Ardından geldiğimiz eğlenceli, tertemiz ve görkemli yolu geri dönüyoruz.
Bu kadar şahane bir günün ardından öyleyse Dans! Plaza Major’un çaprazındaki merdivenlerin başına yöneliyoruz akşam yemeğinden sonra. Casa de la Musica zamanı!
Canlı müziğin olduğu bu yerde sürekli latin dansının ediliyor oluşu şahane. Küba’ya adım attığımdan beri görmeyi en çok sevdiğim manzara. Müzik ve dans! Her şey yolunda gidip hiçbir afet bizi bulmayacakmış gibi…
Önce şahane dans eden çiftleri ve uzmanları izliyorum. Ardından ben de piste atlıyorum. E davete icabet etmek lazım. Önce bu işin piri Kübalılar, ardından latini sonradan öğrenmiş Avrupalılar ile dans ediyorum. Ama gecenin başından beri sadece erkeklerle dans eden bir genç var ki beni dansa kaldırınca epey şaşırıyorum. Meğerse dans hocası olduğu için kadın figürlerini de çok iyi yapıyormuş. Neyse sonuçta hoca ile dans etmek başka. Böylece gecenin finalini, en kolay ve en rahat dansımla yapmış oluyorum.
Odaya dönerken başımın biraz dönmesi ise üst üste yuvarladığımız mojitolardan olsa gerek. Belki de aralıksız bol dönmeli çılgınca dans etmekten. Bilemiyorum…
3. Gün: Bugün rotamızı Trinidad’ın doğasına çeviriyoruz. El Cubano Natural Park sıradaki efsane destinasyon. Parkın kapısına kadar kırmızı bir klasikle gelmekse tam bir eğlence.
Ardından parkın girişindeki sevimli kafeden geçip rotamızın güzergahına bir göz atıyoruz. 3 km'lik minik bir yürüyüş bizi bekliyor.
Yavaş yavaş başlıyoruz. Küçük derelerden taşlara basa basa geçmeler, nemli ve kaygan topraktan dikkatlice ilerlemeler, tropikal ormanı seyrede seyrede şarkı söylemeler, kuşların ve huzurun sesini dinleye dinleye etrafı seyretmeler derken şahane bir noktaya geliyoruz. Ben diyeyim turkuaz siz deyin açık yeşil renkte tatlı bir su!
Güneş ışınlarının yansıdığı alanda yukarıdan damlayan inci taneleri ayrı bir süslemiş ortamı. Hele biraz daha yukarıya çıkıp şelaleyi ve o güneş ışınları ile yıkanan su zerrelerini görünce büyüleniyorum. İşte burası efsane!
Hele içinde yüzmek, suyun narin dokunuşunu tenimde hissetmek ve yumuşacık tadını almak, paha biçilmez!
Nasıl muhteşem nasıl sıradışı bir duygu anlatmak güç. Tabi bu benim tatlı suda ilk yüzüşüm. Belki ondandır bu denli etkilenişim. Ehh, bulunduğum kıta ve tropikal iklimin de etkisini göz ardı etmeyelim. Evimden bu kadar uzak ve olağanüstü bir doğayı görmek, koklamak, içinde kaybolmak ise asıl şükür sebebim!
Tenimde, ruhumda, kalbimde enfes duygularla geri dönüyorum odama. Ama oturup akşamı beklemek yerine mayolarımı değiştirip Trinidad’ın meşhur plajı Plaja Ancon için tekrar aynı arabamıza atlıyorum.
Böylece Karayiplerin bembeyaz kumsalı ve turkuaz rengi denizine ilk burada şahit oluyorum.
Burada değiyor ayaklarım Karayip Denizine ilk. Ilık suyun dokunuşunu, bembeyaz kumun gözümü aldığını burada hissediyorum. Burada tanışmış oluyoruz Karayiplerin en büyük adası Küba’nın plajlarıyla. O an mırıldandığım şarkı sözleri ile keyifleniyorum. Hatta neredeyse dans bile ediyorum…
Adımız çıkmışsa elalemin dilinde Eski bir hikâye bu kimin umrunda Sarılmışız biz bize, keyfimiz yerinde Dünya dursa bile kimin umurunda…
Ardından da tüm Küba gezisi boyunca bol bol yediğim ıstakoz ve karidesin tadına bir de burada bakıyorum. Bu ülkede yediğim bu deniz ürünlerinin lezzetini bir daha nerede bulurum bilmiyorum ama muhteşem. Tadı damağımda kalıyor resmen. Plaj kafede bile en lüks restoranda yemek yiyormuşçasına hissettiğim bu güzel ülke, seviyorum seni ve doğanı.
Sonrasında da şezlongda uzanıp pina coladamı yudumlarken güneşin batışını izliyorum yavaş yavaş.
Dayanamayıp bu karede ben de olmak istiyorum. Elimde, içine rom ve buz koyulmuş ananasımla, kumların tabanlarıma masaj yaptığı Karayip denizinin yumuşacık suyuna değiyor ayaklarım. Ağzımda enfes bir tat, arkada güneş ışınlarının son pırıltıları, minik dalganın tenimi okşayışı ile bitiriyorum günü ve Trinidad öyküsünü.
Nasıl özel bir yersin böyle Trinidad, beni kendine hayran bıraktın! Sahilinle, ormanınla, nostaljik trenin ve minicik masal gibi sokaklarınla sana bayıldım… Hoşça kal minik kasaba, hoşça kal dev güzellik, gizem ve tat!
Özetlersek:
1. Plaza Carillo
2. Plaza Major
3. Museo Romantica
4. Museo Nacional de la Lucha Contra Bandidos
5. Iglesia y Convento de San Francisco
6. Valle de los Ingenios
7. İznaga Malikanesi ve İznaga Kulesi
8. Casa de la Musica
9. El Cubano Natural Park
10. Plaja Ancon
yaa.. yine çok güzel bir yazı.. orada olma hissi tavan.. 😍❤️
Bu şahane yazıyı okuyup birbirinden eşsiz fotoğraflara bakınca nasılda imreniyor insan. Bir de tabi arka planda yaşanan üzücü olaylar ne yazik ki. Emeksiz yemek olmuyor maalesef. Kırmızı arabaya bayıldım ☺️
Cok guzel artikule etmissin yasadiklarini. Tum ovguleri haketmissin bana gore. Evet yasamak guzel sey, hele etrafinda guzel insanlar olunca... he he!
Cengiz
Ontario