top of page
Ara
Yazarın fotoğrafınuray çalışkan

Türkiye'nin en batısı Gökçeada'ya gittiniz mi?

Güncelleme tarihi: 21 Eyl 2021

Çorak arazide, sonu gökyüzüne değen, dar, uzun, kıvrımlı bir yol… Bir yanında deniz olsa da mavilere açılsa da önü, yine de ıssız, yalnız! Terkedilmiş, kimsesiz, kamburu çıkmış ve üzgün!

Heyt ne oluyoruz be? Bunu da nereden çıkardınız? Kimmiş üzgün ve yalnız olan? Gökçeada’daki Kefalos plajı ile Laz koyu arasındaki tek şerit, tehlikeli ve zor yoldan bahsediyorsak o artık yalnız değil, hele canı sıkılmış hiç değil! Neden? Çünkü biz varız! Ben, canım oğlum ve sevgili ailem 😊

Onu neşelendirmek için çok uzak diyarlardan geldik. Arkamızda Dur Yolcu Anıtı, Nusrat Mayın Gemisi ve koskoca bir boğaz! Hani yani diyorum ki arkamız sağlam! Canım Çanakkale’m yazısında bunlardan uzun uzun bahsedeceğim. Ama daha bu sabah, şu meraklı, gezgin aile, simit ayran ile kahvaltı edeceğiz diye arabalarını ilk sıraya park etmelerine rağmen az daha vapuru kaçırıyorlardı. Ucu ucuna yetiştikleri bu deniz taşıtına bindiklerinde onlardan mutlusu yoktu.

Ama Gökçeada’nın yolu meşakkatli; önce Çanakkale iskelesinden Eceabat’a giden arabalı deniz seferi var sonra ise Eceabat- Kabatepe arasında 6 kilometrelik bir karayolu. Ardından tekrar Kabatepe’den Gökçeada’ya 1,5 saatlik vapur sefası. Yani aslında Çanakkale’den çıkan bir yolcu yaklaşık 2,5-3 saat gibi bir zaman diliminde adada olabilir. Ne tuhaf; ilin kendi ilçesine mesafesi ne kadar da ırak! Neyse ki bütün bu hengameye değecek bir güzelliği var Gökçeada’nın; elbette görebilene!

Önce, kiraladığımız, mis gibi tertemiz, minicik ama kullanışlı dairemize yerleşiyoruz.

Her detayı çok özenli olan bu evde huzurla dinlenip kahvaltı ediyoruz.

Neşeyle sohbet edip günü planlıyoruz. İçimiz kıpır kıpır; keşfedilecek koskoca bir ada var yahu!

Bu heyacanla çıkıyoruz evden. İlk istikamet Kefalos (Aydıncık) Plajı. Adanın en geniş ve en meşhur plajı. Altın sarısı kumu gün ışığında gözlerimi kamaştırıyor.

Oturduğum şezlongta ayaklarımı kuma gömüyorum, tekrar çıkarıyorum, tenimde bıraktığı hissi seviyorum; gıdıklama ile karışık okşama ve yanma duygusu. Nedense son zamanlarda denizden çok kumu sever oldum. Ama serin suların tadı da bir başka.

Bu plaj, aldığı rüzgâr sayesinde son yıllarda daha çok, sörfçülerin keşfettiği bir yer olmuş ve olmakta. Hem kumsalda levhalarını ve sörf tahtalarını hem denizin içinde yeni sörf öğrencileri görmek mümkün.

Eğlenerek yüzdüğüm birkaç saatin ardından yerimde duramayan ben diğer plajları da merak ediyorum. Herkesi ayartıp çıkıyoruz yola. Sıradaki plaj, Laz Koyu.

İşte hikâyenin başında tarif ettiğim yol budur. Kefalos Plajı- Laz koyu arasındaki yol, gerçekten neredeyse hiç kullanılmadığı için çok ıssız ve bazı alanlarda iyice daralıp bir tarafı uçurum tarzında olunca tehlikeli hale geliyor.

Ama yol manzaraları efsane; yine uçsuz bucaksız süt mavi gökyüzüne aynı enginlikte karışan koyu mavi bir deniz. Tabiatın fakirliği şaşırtsa da özgürce dolaşan dağ keçileri mutlu ediyor beni. Renk renk, irili ufaklı bu sevimli hayvanların kimisi bir taşın üzerine uzanmış güneşleniyor, kimi minik adımlarla dağa tırmanamaya devam ediyor kimiyse asfalta çıkıp yolumuzu kesiyor. Çıkardıkları o aşina ses ise hepimizi güldürmeye yetiyor.

Ve nihayet Laz koyu; adanın güneyindeki bu minik plaj her daim süt liman. Hem şezlong ve restoran fiyatlarının Aydıncık plajına kıyasla daha uygun olduğunu öğrenmek pek hoşuma gidiyor. Ve saatime bakıyorum ki ikindiyi çoktan geçiyor. Oysa ben gün batımını adanın kuzeyindeki Kaleköy’den izlemek ve şarabımı yudumlamak istiyorum.

Hızlı bir eve dönüş ve hazırlanma faslından sonra işte hayalini kurduğum yerdeyim. Türkiye’nin en batısı, Çanakkale’min güneşe veda ettiği ilçesi ve bu ilçenin kayaların üzerine kurulmuş güzel köyü Kaleköy. Ne muazzam bir manzara; gökyüzünün sarı, turuncu, kırmızı tonlarındaki renklerini izlerken ışık topunun deniz üzerinde bıraktığı o tatlı yakamoza kayıyor gözlerim.

Elimdeki şaraptan değil manzaranın güzelliğinden dönüyor başım.

Yediğim yemekten değil huzurun melodisinden doyuyor ruhum. Böylesine mutlu olduğum anı, canım ailemle kayıtlara geçmek istiyorum efenim.

Kaleköy’de, en uçta gün batımını izleyebileceğimiz iki restoran olduğu bilgisini geçelim hemen burada. Biri Poseidon diğeri de Yakamoz restoran. İkisinden de enfes manzaralara şahit olunabiliyor. İkisi de önceden rezervasyon gerektiriyor. Diğerinde yer olmadığı için biz Yakamoz restoranda yemek yiyip Poseidon’u da ziyaret ediyoruz. Burası çok daha tatlı, ışık ışık, samimi ve eğlenceli görünüyor.

Hemen yanındaki sırtta ve kayalıklarda oturan birçok insan getirdikleri şarapları yudumlayıp güneşin batışını sevdikleriyle izliyor.

Biz de aralarına katılıp tozlu taşlarda oturmanın fütursuzluğuyla güneşin son ışık demetlerini uğurluyoruz. Kulağımda çınlayan kahkahalar eşliğinde, burnumda mis gibi ot ve kekik kokusu, tenimde minicik bir meltem, gözlerimde sonsuz bir güzellik! Varlıklarına şükrettiğim güzelim ailemle uzun uzun sohbet edip keyifle evimize dönüyoruz ve huzurlu bir uykuya teslim ediyoruz kendimizi.

Ertesi sabah yine enerjik bir güne uyanıp sabahın erken saatlerinde canım annemle köy köy dolaşıp keşfe çıkıyoruz. Kaleköy’e en yakın olan Bademli’den başlıyoruz. Daha girişindeki mavi kapılı yeşil merdiven alıp götürüyor beni.

Kapının başındaki taş kemer ve asılı fener. Hepsi öyle güzel bir uyum içinde ki şurada saatlerce oturabilirim hissi uyandırıyor.

Sonrasında ise o kırmızı panjurlu taş ev; bahçesindeki düzenin yanı sıra karşısına düşen o muhteşem görüntü; yeşil ovalar ve gururlu dağlar. Yanındaki daracık taş sokak. Her şeyi mi güzel olur bazı evlerin?

Dönüşte ise yukarı köye çıkarken fark etmediğim o efsane manzara karşılıyor beni. Üzerinde dün akşam yemek yediğim Kaleköy’ü taşıyan sevimli bir tepe ve onu sarıp sarmalayan mavilikler, biraz gökyüzü biraz deniz… Ve ona doğru uzanan kıvrımlı bir yol.

Sırada Zeytinli köyü var. Önünde beyaz zakkumları olan, dağın yamacına doğru, üst üste görünen taş evler karşılıyor beni. Mis kokulu bu görüntü bile mutluluk sebebi.

Arnavut kaldırımlı taş sokaklarında yürüyorum sonra hızlıca. Ama anlamıyorum bu telaş bu acele niye? Nedir beni böylesine koşturan? Keşfetme isteği mi zaman kaygısı mı? Hep bir yerlere yetişme çabası da olabilir. Hayatımız da öyle değil mi? Akıp gidiyor elimizden, bazı durumları fark etmeden, bazı duyguları sindiremeden. Öylece bakakalıyoruz peşinden… Fikirlerin, olayların, insanların; yitip giden…

Derin nefes alıp yavaşlıyorum. Daha sakin daha sindirerek ama aynı merakla ilerliyorum sonra. Eğri büğrü sokaklarında kaybola kaybola dolaşırken çok şirin enfes bir yer çıkıyor karşıma. Sarıya boyanmış bir ahşap kapı, iki ahşap iskemle ve saksılar. Adanın dört bir yanını sarmış, olmazsa olmaz pembe bir zakkum ve arkasına yaslandığı yine bir taş ev.

Mina Kafe isimli bu sevimli işletmeye bayılsam da sabahın erken saatlerinde açık olmadığı için tatlılarını deneme şansımız olmuyor. Ama tekrar gelmek için kuruyorum kendimi. Yarın mutlaka tekrar uğrayacağım, açık olduğu bir saatte. Köyün birçok güzel kafe, restoran ve oteli olsa da ben önce Yeşil kafe sonra da Garaj kafe önünde hatıra pozu çektirip evden oğlumu ve babamı da alarak adanın bir başka plajına doğru yola çıkıyoruz.

Aslında adanın en uzak plajı diyebilirim. Uğurlu köyünden geçilerek ulaşılan bu koy ise Gizli Liman. Adının bile çok çekici olduğu bu çakıl plajın hemen arkasında çam ağaçlarının bulunuyor olması kampçılar için muhteşem bir seçenek oluşturuyor. Bense gelin gibi beyaz tüllü, cıvıl cıvıl sarı yastıklı minderleri olan kraliçelere layık gölgeliklere hayran kalıyorum.

Bu ada beni epey şımartıyor ya da öyle hissettiriyor. Denizin içinden, ufka baktıkça gördüğüm enfes manzaraya büyüleniyorum.

Yumuşacık mindere uzanınca nazarımdaki sonsuzluk beni benden alıyor. Öyle şaşkın ve mutluluktan çılgına dönmüş halde dolanıyorum.

Nedense sonra aklıma geliyor beyaz köpüklü, tertemiz ve harika kokan denizin tadını çıkarmak. Gün boyu en keyif aldığım plaj olarak hafızama kazınacak olan bu enfes yerden zoraki ayrılıyorum. Biraz yorgunluğun biraz günün hazzının verdiği şaşkınlıkla nerdeyse Tepeköy’e uğramayı atlayacaktım. Sonra beni dürten bir hisle direksiyonu tabelanın gösterdiği yöne kırıyorum. İyi ki de öyle yapmışım. Aman Allahım! O ne muazzam bir manzaradır öyle.

Ahh ya yine hayran kalıyorum bu köye. Peki bütün köyleri mi güzel olur bir adanın? Hepsi de Rumlar tarafından korsanların saldırılarından korunmak için yükseklere kurulmuş. Ve bu yükseklik öyle ferah öyle havadar ve içi açıcı görüntülere vesile olmuş ki ben bakmaya doyamıyorum. Al işte yine uzakta bir göl, arkasında dağlar ve önümde üzüm bağları… Aslında belki de en çok istediğim ve hayalini kurduğum bir ev görüntüsü. Ve akıl almaz güzelliğe doğru bakan Barba Yorgo Tavernası. Buranın sahibi Rum asıllı Barba Yorgo ile sohbet ediyorum.

42 yıldır bu işi yaptığını söylüyor. Atalarının ise 2500 yıldır burada olduğunu ve bu işi yaptığını iddia ediyor. İnanmakta zorlansam da haklılık payı olabilir diye düşünerek şarap ve eğlence tanrısı Dionysos’un heykelini fotoğraflayarak yukarıya doğru yürüyorum.

Köyün meydanına doğru iki güzel meyhane daha var. Biri nazar boncuklu ağacın altında biri de köy meydanına kurulmuş olan turuncu örtülü sevimli iki yer daha.

Meraklis ve Angelikis tavernaları. Burada, akşamları, coşturan eğlencelerin olduğunu duyar gibi oluyorum fakat zamanın pandemi şartları beni hala bu tarz keyiflerden uzak tutuyor.

Ancak ertesi gün kimse beni, çok beğendiğim bu köyü tekrar ziyaret etmekten alıkoyamaz. Nitekim Yanık Kaşık adlı sevimli bir kır bahçesi tarzındaki yerden, kekik balı, karadut şurubu ve zeytinyağı da alarak kışlık erzakımı tamamlıyorum. Öyleyse dans!

Ve son sabah, o güzel evimize, balkonunda içtiğim güzel bir kahve ile veda ediyorum. Yolum yine buraya düştüğünde konaklayacağım ilk adres olarak hafızamda kalacak.

Şimdi ise tekrar ziyaret etmek istediğim bir iki yer daha var. Yol üzerinde unuttuğum bir yeri hatırlatıyor canım annem: Gökçeada Kent Müzesi.

Müzede adanın tarihî geçmişi, kronolojik gelişimi, geçim kaynakları, eskiden kullanılan araç gereç ve kültürün izlerini inceliyorum. Her müze gibi burası da büyük önem arz ediyor kültürümüz için. Ancak beni en çok şaşırtan ilk palyaçonun burada bulunuyor olması.

Bu minik ayrıntıyı da öğrenmenin sevinciyle ver elini tekrar Zeytinli köyü.

İlk önce Yeşil kafede, pek methedilen kızarmış mantı yemeye karar veriyoruz. Sarımsaklı yoğurt olsun mu diye sorduğunda o hanım kız, bolca yoğurt canlanmıştı gözümde. Gelen sos tarzındaki hali, benim beklentimin epey uzağında. Farklı bir lezzet ama tekrarını aratmaz.

Ve yeniden Mina kafeye geliyoruz. Önce o çok sevdiğim, sarı boyalı ön tarafında sonra da mavinin ağırlıkta olduğu yan tarafta birer fotoğraf çektiriyorum.

Demiştim ama buraya özgü tatlılardan yemeden, bu köydeki hayatın canlılığını görmeden gitmeyeceğim diye.

Buraya özgü Panna cotta adındaki o sütlü muhallebi benzeri tadı denemeden gider miyim hiç? Ahududulusu, karamellisi ve çikolatalısı olan bu tadı karbonhidrata dayanamayan ben, çok seviyorum tabi ki.

Ama Gökçeada kurabiyesini hiçbir şeye değişmem.

Tereyağlı, ağızda eriyen, kıtır kıtır sert hamur damakta efsane bir tat bırakırken, bütün parçalar halinde gelen bol bademler de ayrı bir lezzet veriyor. Biri bitse diğerine göz dikiyorum. Böylece sayısız kurabiye yediğimi hatırlıyorum.

Velhasıl üç günlük Gökçeada seyahatini özetleyecek olursam tadı damağımda kalan işte bu kurabiye misali! Lezzetli, eğlenceli, keyifli, mutluluk verici… Yeni, yepyeni bir tat...



Son Yazılar

Hepsini Gör

2 Comments


bilsec
Aug 17, 2021

nasıl güzel bir yazı olmuş Nuray hocam ...😍😊

Like
dr.nuraycaliskan
dr.nuraycaliskan
Aug 17, 2021
Replying to

Çok teşekkür ederim ☺️

Like
bottom of page