Mezopotamya’nın o verimli topraklarını besleyen nehirlerden biri olan Fırat’ın üzerinde, gün batımına aksi yönde, kuğu gibi süzülen teknede binlerce yıllık coğrafyayı izlemek.
Benim çok keyif aldığım ve tadına doyamadığım bir an. Yaklaşık 3000 yıllık geçmişi olan bu bölgenin hazin hikayesini dinlemek. Farklı uygarlıkların yönetiminde günümüze kadar gelen Halfeti ilçesinin aslında Rumkale’den bugünkü yerine taşındığını öğrenmek. Ve eski yerleşim alanlarının da Birecik Barajının suları altında kaldığını görmek. Taş mimarisi evlerinin ve camilerinin, zamanla doğal bir güzelliğe büründüğünü anlamak belki de hissetmek.
Ve tekneden inip Salacak mevkiinde, güneşin son ışınlarının nehir suyu üzerinde oluşturduğu aksine doğru zahter çayımı yudumlamak.
Tarifi ve tekrarı zor bir haz. Saklı Cennet ya ad Kayıp Şehir söylemlerinin altındaki gizemi çözmüşçesine yüzümde kocaman bir gülümseme ile tam anlamıyla uzun uzun keyif yapmak.
Bu güzel duygularla geri dönüş yolunda, gözlerimi teknenin arka tarafında oluşan ve geride kalan beyaz köpüklerden ayırıp güneşin batışıyla akşamın ilk ışıklarını yakan Halfeti’ye doğru çeviriyorum.
Kıyıya ulaşıp karaya indiğimde, taş mimarinin bolca izlerini görüyorum.
Önce acem mavisi gökyüzünün altında altın sarısı gibi parlayan camiyi ve minaresini fark ediyorum ardından konaklayacağım otelin sanat eseri şeklindeki kemerlerini, sütunlarını ve merdivenlerini.
Çok istememe rağmen pandemi koşullarında düzenlenemeyen sıra gecesi hayaliyle uykuya daldığım bu taş konaklar, sessiz ve derin bir uyku çekmeme yardımcı oluyor.
Günün ilk ışıklarının vadiye yansımasıyla nehir kenarındaki ahşap möbleli kahvaltı yerinde ‘Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar’ türküsü eşliğinde akşamın acısını çıkartırcasına ağır bir kahvaltı yapıyorum.
Ardından yavaş yavaş vedalaştığım kentin yukarıdan sakin görüntüsüne bakıyorum bir kez daha ve Cittaslow (sakin şehir) ünvanını alması boşuna değil diye düşünüyorum.
Bu sessiz ve huzurlu şehre bir aksiyon katmak istercesine verdiğim hareketli pozdan sonra bir yeri daha keşfetmenin gururu ve önümdeki yeni rotanın heyecanıyla istikametimi Dünyanın ilk tapınağı olan Göbeklitepe’ye çeviriyorum.
30 yıl önce bulunmasıyla tarihteki kronolojiyi alt üst eden, şimdiye kadar elde ettiğimiz verileri tekrar gözden geçirmemizi sağlayan o efsanevi yer. Tarihin başlangıcı ya da sıfır noktası kabul edilen kazı alanı.
Ziyaret yerinin girişinde bekleyen minik otobüslerle turistlerin tepedeki kazı alanına taşınması bana göre güzel bir uygulama. Yığılmalar önlenmiş oluyor. Hem beklerken oturabileceğim bir kafetaryanın hem de oraya özgü hatıralar alabileceğim hediyelik eşya dükkânın bulunması da çok hoş.
Sıra bana gelince sabırsızlıkla atlıyorum minibüse. Tekerlekler ağır ağır dönerken tam 12.000 yıllık bu tarihî inşaada neler göreceğimi çok merak ediyorum. Şimdiye kadar bilinen en eski insan izlerinin Mısır’daki Piramitler ve İngiltere’deki Stonehenge Anıtı’nın 5000 yıllık olduğu düşünülürse bu tarihten 7000 yıl daha geriye gitmek, inanılmaz etkileyici ve şaşırtıcı. Nasıl olur da insan oğlu bu tarihlerde dahi var olmuş ve iz bırakmış? Buz çağının hemen sonrası döneme denk gelen bu zamanı aklım almıyor bir türlü. Bu düşüncelerle ulaştığım esrarengiz alanın, bir ovanın tam tepe noktasında kurulmuş olması da ilginç; herhangi bir saklanma yok.
Önüme doğru ilerlemek için baktığımda hatta görünürlük önemli gibi.
Ve kilometrelerce uzaklıktan kireçtaşını getirip henüz tarım ve hayvancılığın olmadığı, yazının icadına 7000 yıl olan bu zamanda çakmaktaşı ile planı belli olan bir yer inşa etmek. İşte bu bilgi ile adım attığım tapınağın görüntüsü daha da şaşırtıyor beni. Nasıl olur da 12000 yıl boyunca zarar görmeden korunmuş sorusu geliyor aklıma.
Meğerse yaklaşık 1000 yıl kullanıldıktan sonra bu alanı, o zamanın insanları taş ve toprakla üstünü tamamen örtünceye kadar kapatmışlar. Tıpkı henüz tarım yokken nasıl olur da bir ibadet alanı inşa ettiklerini anlamadığım gibi daha sonra burayı niçin kapatıp gittiklerini de anlamıyorum.
Zemini su geçirmeyecek şekilde yapılan bu taş tapınakta herhangi bir sıvı ile de ayin ya da tören yapıldığı anlaşılıyor. Yani neolitik dönemde böylesi bir yerin yapılmış olması için insanların bir inancının olduğunu vurguluyor bu durum.
Ortasında iki büyük, etrafında ise on iki adet orta büyüklükteki T harfi şeklinde olan anıtlardan oluşan bu temel yapıyı biraz daha yakından incelemek istiyorum.
Ortadaki iki büyük T’nin aslında kadın ve erkeği temsil eden insan heykeli olduğu kanısına varılmış, yanlarında duran kollar ve onların uzantısında olan ön taraftaki ellerden yola çıkarak. Tanrı ve tanrıça gibi adeta. Etraflarındaki insanı temsil eden heykellerin neden 12 olduğu sorusu geliyor tekrar aklıma. 12’nin özel bir anlamı mı var?
Daha önceleri tarihin Sümerlerle yani yazının icadı ile başladığı varsayılıyordu. Ve onlara ait hem Sümerce hem Akadca yazılmış Sagba tabletinde adı geçen Göğün Aşılamayan Ant Dairesi aslında 12 yıldızdan oluşan Zodyak ile bağlantılı olabilir mi? Ya da diğer adıyla Astronomideki 12 takım yıldızı ya da Astrolojideki 12 burç ile? Peki ya günümüzde kullandığımız saatlerin 12 rakam içermesi ya da ilk takvimin 12 hayvandan oluşması? Hititlerin 12 tanrısı, Alevilerin 12 imamı, Musevilerin 12 kavmi ve İsa’nın 12 havarisi? Bütün bunların temelinde Göbeklitepe ile bir bağlantı olabilir mi?
Ah kafamda hiç bitmeyecek ve şimdilik cevapsız sorular ile 43 numaralı taşı daha yakından inceliyorum. Bir kuş ve kanadında bir küre taşıdığını görüyorum.
Alt tarafında da ona doğru gelen bir akrep. Ve aslında bunun da Samanyolu ile ilişkilendirildiğini öğreniyorum. Yani Samanyolu akrepten başlayıp Kuğu üzerinden geçer. Aynı zamanda eski Hint literatüründe de güneşin bir kuşun taşıdığı tasvir edilmiş. Hepsi birbiri ile alakalı olabilir mi?
Bu beyin yakan sorular eşliğinde tapınak etrafında bir tam tur atıp dışarısına çıkıyorum. Dizilere konu olmuş o tepesindeki ağacın yanında dikilip güneş ışınlarının yüzümü ısıtarak kalbime ulaşmasına izin verirken aslında tam olarak düşüncelerim şunlar; bundan 12000 yıl önce farkındalığı yüksek birileri varmış. İbadet, varoluşlarının önemli bir parçası olup sahip oldukları bilincin ürününü insanlığa bırakmayı başarmışlar. Arkasında uzun bir geçmişin olması gereken sanatın bir dalı olan Sembolizm, hayatlarının bir parçasıymış ve toplumsal bir hiyerarşileri mevcutmuş.
Ahh o sonsuz evrenin zamansızlığında minicik bir yer kaplayan dünyamızın bilinmeyen, keşfedilmemiş ne çok yeri, hikayesi var! Üstelik zerre kadar cismimizin, küçücük beyinlerimizle ulaştığımız, kuyruk sokumlarımızdaki saklı kundalini enerjilerimizin ortaya çıkış ve hayat enerjisine dönüşme öyküsünü bile içeriyor olabilecek olan böylesi devasa tapınağı çok çok yeni keşfetmişken, bulunulmayı, ortaya çıkarılmayı bekleyen kim bilir ne çok yer vardır? Öyleyse biz, neyi ne kadar biliyoruz? Yolun başında bir gezgin olarak sevgilerimle…
Bugünkü mevcut dinlerin tamamı Sümer akad mitolojisinden beslenmiştir, özellikle 12 rakamının teşhisi çok çok iyiydi ✌️
Sümerler öncesine ait yazılı bir kaynak ya da yazılsada çözülememiş olmasından kaynaklı bir çok saklı bilgiyi maalesef kaçırıyoruz... özellikle Mevcut dinlerin tamamının neredeyse Sümer mitolojisinden beslendiğini görüyoruz ve keşke daha öncesinden de beslendiğini öğrenebilseydik... yazılacak o kadar çok şey varki, yüreğinize sağlık bizide alıp tarihin 12 bin yıllık kolidorlarında gezdirdiniz ❤️
yine çok güzel, öykü tadında.. bilgilendiren.. 😍