Gelelim dünyadaki en kaliteli tütünün üretildiği Vinales vadisine…
Küba’ya gelip de puronun nasıl imal edildiğini görmeden olur mu?
Ama bu iş, öyle puro fabrikalarına gitmekle suni yapımı görmekle olmaz. Şöyle yerel çiftçilerin tütün tarlaları arasına sıkıştırılmış ahşap evlerinin, derme çatma ahırların, ambarların arasında, bir yandan romlu mojito yudumlarken bir yandan kahve çekirdeklerini okşayıp koklarken diğer yandan balla mühürlenmiş güneşte kurutulmuş puroyu içmeye çalışırken olur.
Ezberlenmiş bir İngilizce ve kayan bir lehçe ile tütünün ekilmesinden, toplanmasına, kurutulmasına sonra da 7-9 yaprağın üst üste dizilip nasıl kesilip nasıl yuvarlanıldığına ve hatta nasıl masaj yapıldığına kadar her aşamayı en ince ayrıntısıyla anlatan esmer çiftimiz sırayla puro içmeyi de öğretiyor bizlere.
Ağzımda naneli şekerli rom tadı ile bala batırıp içime çektiğim puroyu başta içemesem de sonradan bir miktar ağzımda tutup üflemeyi öğreniyorum en azından, büyük bir marifetmiş gibi.
Ciğerlerime çekmeyi ise asla denemiyorum. Sonra da herkesin aynı deneyimi yaşarken tepkilerini keyifle izliyorum.
Puro deneme macerası bitince de sıra geliyor alışverişe yani pazarlığa. Aramızda bu konuda en iyisi nam-ı diğer Kasabanın Şerifi Funda olduğundan başlıyor karşılıklı atışmaya. Çiftçimiz 200 Euro diyor Funda 100’de ısrar ediyor. 100’dü 200’dü derken bizim kız bir öpücük konduruyor Kübalının yanağına. Tabi işler orada değişiyor. Ve tüm grup 100 Euro’ya alıyoruz puro paketlerimizi.
Bu purolar markasız olduğu için havaalanından istediğimiz kadar geçirebiliyoruz. Ama en ünlü markalar olan Cohiba, Romeo ile Juliet ve Montecristo gibi olanlardan en fazla 25 adetine izin veriliyor.
Ancak şöyle de bir gerçek var ki markalılar suni ortamda hazırlandığı ve bazı katkıları olduğundan daha uzun dayanıyor. Bu doğal, organik, markasız yerel puroları ise çok bekletmemek gerekiyor. Kısa sürede kuruyor. O yüzden az almak daha mantıklı oluyor böylece!
Aslında devlet çiftçilerin elindeki puroların yani üretimin %90’nı alıyor. Üretici sadece %10’nu bizim gibi ziyaretçilere sattığından doğal olarak kâr amacı güdüyor haklı olarak. Bizim pazarlıkla daha ucuza aldığımız purolar için çok üzülüyorum olayın sonunda yani. Adamcağızın gözlerindeki hayal kırıklığı zihnime kazınıyor. Geri dönüp bir 100 Euro daha vermemek için zor tutuyorum kendimi.
Böylece ayağımızın tozuyla Vinales macerası tütün tarlasının ortasında, puro belgeseli ile başlamış oluyor.
Burası, Küba’nın 16 eyaletinden biri olan Pinar del Rio’da bir vadi kasabası. Tüm dünyada tütün ve puro ile nam salmış olsa da görülmesi gereken 2-3 yeri daha var aslında. Biri İndian Cave denilen ve hüzünlü bir hikayesi olan mağara diğeri de Mural de la Prehistoria adında resimli duvar.
Bu ikisini şiddetle görmek istiyoruz ancak aksiyon bu ya işin içine biraz daha macera katalım diyoruz. Böylece ertesi sabah biri kasabanın batısında biri doğusunda olan bu iki farklı noktaya gitmek için bisiklet kiralamaya karar veriyoruz. Günlüğü 10 Euro olan iki tekerlerimizin mükemmel olduğunu söyleyemesem de bana düşen amortisörlü olanda çok rahat ettiğimi itiraf edebilirim.
Önce kasabanın sağ tarafında yani doğusunda, 7 km'lik uzaklıkta olan İndian Mağarasına karar veriyoruz. Başlıyoruz sürmeye. Delik deşik, yer yer yamalı asfaltta vitesleri zar zor değiştirdiğim Kübalı bisikletimle Vinales vadisine baktıkça içimdeki özgür ruh çıkıyor yine ortaya…
Dünyanın öbür ucundaki tropik bir ülkeye gelip bisikletle kasabalarını dolaşmak, keşfetmek…
İşte beni, ben yapan ya da ruhuma iyi gelen, kalbimi ve zihnimi heyecanlandıran olaylar bunlar… Güneşin altında, boynumdan göğsüme inen ter damlalarını umursamadan pedallara daha hızlı hatta daha hızlı basıyorum. O an sevinçten uçan ruhuma bedenim de eşlik etmeye çalışıyor belli ki. Özgürlük ve mutluluk bu olsa gerek!
Tam hızımı almış gidiyordum ki çoktan hedefe ulaşmışız bile. Bisikletleri park edip ilerliyoruz.
Ve İndian Mağarasındayız. Girişte cüzi bir miktarla bilet alıp dalıyoruz içeri.
Burasını, bir zamanlar Amerika’dan getirtilen Kızılderililer, İspanyollardan saklanmak için keşfediyor. Devasa boyuttaki bu mağaranın içinde kabile halinde, gizli bir yaşam kuruyorlar. Ancak bağışıklıkları zayıf olan ya da bu topraklara ve iklime alışık olmayan bünyelerinden ötürü kısa sürede hepsi ölüyor. Sonra da işte Afrikalı köle getirme dönemi başlıyor. Havana yazısında bahsettiğim.
Mağaranın içine, bu hüzünlü hikâye ile girince daha bir üzülüyor ve duvarlardaki izlere anlam veriyor insan. Klostrofobimi unutup sakince ilerliyorum.
İçi öyle büyük ki iki farklı uç arasında nehirde bot turu bile yapmak mümkün. Zira biz de bu akıma ayak uydurup atlıyoruz kayığa.
Suyun içinde ilerlerken duvardaki izlere ve resimlere odaklanıyorum az sonra. Deniz atı, Kızılderili ve insan yüzü figürlerine dalıyorum ister istemez. Burada çekilen acıyı kanıtlarcasına sessiz çığlıklarını duyuyorum adeta.
Derken bir anda bir yansıma, bir ışık parlıyor suyun üzerinde. Bir umut, bir kurtuluş vaat edercesine davetkar ve cüretli.
Gerçekten enteresan bir yer. Botla gün yüzüne çıkıp geriye baktığımda son kez iç geçiriyorum.
Sonra da çıkışta bizi karşılayan barda buz gibi pinacoladayı dikip bu hüzünden kurtulmaya çalışıyorum. Biraz kendimize geldiysek bisikletlere atlayıp ver elini Mural.
Şehir merkezine 7 ama oradan da ikinci durağımıza 4 km var. Güneş de iyice yükseliyor. Acele etmek lazım. Ama hey yavrum hey! Kime diyorum ben? Yolda durup ‘Şurada da bir fotoğrafımız olsun, ay şurayı da atlamayayım, buraya bayıldım, şunu da çek!’ diye diye öğleni de geçirecek gibi görünüyoruz.
Aaa ama San Francisco’yu nasıl atlayalım?
Kübalılar sanırım Amerika’ya karşı iki farklı duygu besliyor. En azından ben öyle hissediyorum. Birincisi nefret, ikincisi hayranlık derecesinde sevgi. Yani iki zıt kutup arasında gidip geliyorlar gibi. Onların boyunduruklarını istemiyorlar ama şehirlerinin adlarını ülkelerinde de kullanıyorlar. Fırsat olunca da Amerika’ya göç ya da iltica etmeye çalışıyorlar. Hatta eğitimlerini de orada alıyorlar. Nasıl oluyor ben de tam anlamıyorum ama hem kızıyorlar hem seviyorlar. 1 haftanın sonunda çıkarımım bu!
Ben böyle düşüne dururken ayaklarım ikinci hedefimize doğru pedallamaya devam ediyor. Nihayet vardığımızda ise güneş tam tepemizde, olağanca sıcaklığıyla tenimizi kavurmaya devam ediyor.
Dinlenmenin tam zamanı deyip buz gibi suyu üzerime boca ettikten sonra bir bakayım diyorum neymiş bu mural.
Burası, şehrin 4 kilometre batısında, Meksikalı ünlü sanatçı ve mural ustası Diego Rivera’nın halefi olarak görülen Leovigildo González Morillo’nun tasarımı olan ve dağın 180 metre uzunluğundaki tüm bir yamacı boyunca devam eden devasa bir resim. 1961 yılında yapılan “Mural de la Prehistoria” adlı eser üzerinde 18 kişi dört sene boyunca çalışmış. Kocaman sümüklüböceğin, dinozorların, deniz yaratıklarının ve insanların olduğu bu renkli taş, adeta evrim teorisinin bir yorumu gibi.
Böylesi fantastik, sıradışı eserin önünde benim de çeşitli etnik pozlarım oluyor tabi. Hatıra fotoğrafı için hangisi daha uygun olur bilemiyorum? Hatta önünde attığım perendeyi koymak belki daha ilginç olur😊
Buradan casamıza döndüğümüzde saat daha erken olduğu için bunu düşünmeye epey vaktim oluyor. Yarım günlük bisiklet maceramızın sonuçlarına bakarsak da kısa bir mesafe ve bisiklet üzerinde geçirilmiş kısa bir zaman aslında. Bisikletçi arkadaşımın da dediği gibi benim için çerez sayılır.
Bu sonuçları gülümseyerek değerlendirdikten sonra dağ manzaralı odamızda kertenkelenin arkadaşlığında biraz dinlenip kendime geliyorum. Ve böylece hem akşam yemeği hem de dans için hazırım.
Jardin del Arte sano adlı, çok hoş bir açık hava gece kulübünde, yüksek tabureler ve masalar üzerinde otururken, ne kadar leziz ve güzel yemek gelebilir ki diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Ama sonuç beni epey şaşırtıyor. Hiç beklemediğim kadar leziz olan ahtapotumu yerken yanındaki enfes kokteylle de damağımı ıslatıyorum.
Özetle hem şaşırıyor hem mutlu oluyorum bu mekânda. Eee buna kadeh kaldırabiliriz o zaman? Küba’ya, doğasına, yemeklerine, sürprizlere ve dansa!
Dans demişken Havana’da bununla hiç karşılaşmadığım için hem şaşkın hem üzgünüm. Ama bu gece burada bu döngü kırılacak! Zira müzisyenler çok güzel çalıyor, midemiz bayram ediyor, ahh bu rom da bardakta durduğu gibi durmuyor!
Hele ilerleyen saatlerde müziğin ritmi artıp da salsa yapanlar piste çıkmaya başlayınca kim tutar beni? Üst üste devirdiğim kokteyllerden mi yoksa dansa kavuşmanın mutluluğundan mı bilinmez başım epey dönüyor. Ama Bilge’nin o tatlı halinin yanında benimki vız gelir tırıs gider. Neyse ki tek parça halinde odamıza dönüp şu pencerelerinde hiç camın olmadığı Küba’da, bol oksijenli manzaraya karşı serin bir uyku çekiyoruz.
Ertesi sabah ananas, guava ve papaya ile yaptığım tropik kahvaltı, bu ülkede neredeyse her sabah yediğimin aynısı.
Giderek alışıyorum. Hele Guava meyvesine ve suyuna bayılıyorum. Memleketime geri döndüğümde en çok özleyeceklerimden biri bu meyve suyu. Tadı mı? Kivi, muz, elma karışımı bir şey. Hafif şeftali kokulu, şekeri tam kıvamında ferah bir tat.
Tropik kahvaltımız bittiyse bugünkü maceramız başlasın!
At ile doğa gezisi.
Birkaç kişi, 4 saat yapalım diye önerse de benim fikrim 1-2 saatten yana. Zira aldığım binicilik dersinden minik bir tecrübem var. At üstünde oturmak, sanıldığı kadar kolay değil.
En nihayetinde saati 10 Euro’dan 2 saatlik bir anlaşma yapıyoruz. Geldiğimiz çiftlikte atlar da fena değil.
Sırasıyla hepimizi kilomuza uygun atlara bindirip salıveriyorlar öylece başıboş bir halde. Neyse ki az çok oturmasını ve atı yönlendirmesini öğrenmişim. Zira çok da zor değil. Kısa bir süre içinde tüm ekip belli bir uyum içinde ilerlemeye başlıyoruz.
Atıyla konuşan mı istersin, onu sakinleştirmeye çalışan mı? Biraz dört nala gider gibi yapan mı, durup durup otlayan mı?
Enteresan bir gün ve deneyim oluyor. Tropik bir ülkede yeşilin içinde vadiye karşı tütünü göremesek de tohumlarının yeni ekilmiş tarlalarından geçiyoruz. Bazen yokuş tırmanıp bazen dimdik aşağıya iniyoruz. At üstünde olunca ikisi de olduğundan daha tehlikeli ve ürkütücü geliyor. Belki de en çok hissettiğim duygu; heyecan,bir kısım da endişe oluyor. Hele su dolu minik göletlerden bata çıka geçerken bir anda atımın ayağının burkulması kalbimi ağzıma getiriyor.
Böyle böyle ilerlediğimiz 1 saatin sonunda yine bungalov barda Hindistan cevizi suyumuzu içerek dinleniyoruz.
Müthiş bir doğa ve cazibeli bu yeşil ton alıp götürüyor beni. Ne hayaller ne hayaller… Kokusuna ve görüntüsüne doyamadığım bir manzara…
Ardından da atımın eyeri kaçırıyor hayallerimden gerçek güzelliklere doğru. Arkamda müthiş bir coğrafya, önümde bilinmeyen bir yol.
Tüm sürprizlere açığım; hüzünlere, kalp kırıklıklarına, kayıplara, kazançlara, mutluluklara, heyecanlara…
Müthiş bir eğlence ve deneyim oluyor benim için; asla unutamayacağım. İki gün üst üste oturur pozisyonda spor yapınca da sonraki günler için yumuşak minderli sandalye arayışı kalıyor anı olarak.
Böylece Vinales’i özetleyecek olursak
1-) Tütün tarlaları, üretim ve çiftçiden alışveriş
2-) Bisikletle çevre gezisi
3-) Atla doğa gezisi
4-) İndian Caves
5-) Mural de la Prehistoria
6-) Bir de her şehirde olduğu gibi leziz deniz ürünleri
7-) Sahi minik şehir merkezindeki Kilise’yi de atlamayalım. Zira her meydana gittiğinizde görebilirsiniz.
Küba’ya geldiğimden beri gezimin bir haftasının sonunda ilk kez burada Vinales’te dans etme fırsatı bulabilmiş durumdayım. Havana’da yıkılan hayallerim ve beklentilerim yavaş yavaş hayat buluyor böylece bu kasabada. Doğasına, huzuruna ve aksiyonuna doyamadan, tek katlı renkli evleri olan UNESCO'nun koruma altına aldığı şehirden yenisini keşfetmek için yola çıkıyoruz. Küba’nın bir başka eyaletinde görüşmek üzere….