top of page
Ara
Yazarın fotoğrafınuray çalışkan

Viyana'yı bilir misiniz?

Güncelleme tarihi: 3 Ara

- Hayır ya, olamaz! O tren, gitmiş olamaz. Tam önümden hem de… Benim anlamadığım 1 saat önce gelip peronda tam söylenen yerde bekliyorken nasıl olur da gözümden kaçabilir?

Ne kadar anlatsam boş. Tren kaçmıştı bir kere… Boşa çabalıyorum karşımdaki görevliye anlatacağım diye.

- Peki, peki! Yeni tren ne zaman?

- He yarım saat sonra demek. Ne kadar ücreti ve nerden alabilirim?

- Anlıyorum, trenin içinde dolaşan kondüktörden alabilirim. 35 Euro!

Diyalogdan uzak bir monolog gibi kendi kendime konuştuğumu hissettiren durumsa anadili Almanca olan bir Avusturyalı ile İngilizce konuşmak!

Neyse kaçan balık büyük olur!

Taaa günler öncesinden boşuna almışım o tren biletini. 1 saat önce gelmem de kar etmemiş. Demek ki neymiş; nasipte ne varsa onu yaşayacağız. Ne yani? Ne kadar aptalım mı demeliydim şimdi? Yoook kaderde, bu yeni trende yolculuk etmek var demek ki… Evrene karşı mı gelseydim! Hey Allahım yaa….

Böyle düşünceler ile Salzburg’dan Viyana’ya giden trene biniyorum. Kimsenin olmadığı, şık görünümlü ikinci kattaki bölüme şöyle bir yayılıyordum ki anında gelen bakımlı ve makyajlı kondüktörden oranın Business ve ücretinin iki misli olduğunu öğrenince nispeten daha kalabalık halkın arasına karışmayı pek sempatik buluyorum. Ehhh be Viyana! Öyle ya da böyle geliyorum… Bir tren kaçsa da yenileri hep gelir… Fırsatlar hep gelir ve gider! Yakalayabilene aşk olsun!

Neyse daha önceki Avusturya (Tirol) ve Salzburg, Hallstatt yazılarında anlattığım gibi burada da enfes bir tren yolculuğu yapıyorum. 2,5 saat boyunca önce yeşil manzarayı seyretmeye doyamasam da varacağım efsane şehirde nereleri görmem gerektiği ile ilgili bir rota çıkarıyorum kendime!

Planım şöyle!

1. Schönbrunn Sarayı✔

2. St. Stephen’s Katedrali✔

3. Sigmund Freud Müzesi✔

4. Müzeler Bölgesi (Museumsquartier)✔

5. Belvedere Sarayı✔

6. Kunsthistorisches Müzesi (Museum of Fine Arts)

7. Opera Binası (State Opera House)✔

8. Hundertwasser Evi

9. Mariahilfer Caddesi +

10. Mozarthaus✔

11. Rathaus – Belediye Binası✔

12. Prater Bölgesi +

13. Hofburg Sarayı✔

14. Karl Kilisesi (Kariskirche)✔

15. Graben Caddesi ve Veba Sütunu✔

16. Naschmarkt

17. İspanyol Binicilik Okulu +

18. Avusturya Ulusal Kütüphanesi +

19. Avusturya Parlamento Binası✔

20. Burggarten ve Mozart Heykeli✔

21. Donauturm (The Danibe Tower)

22. Leopold Müzesi

… ve daha birçoğu!

Birkaç bloğu okuduğumda ilk gözüme çarpanlar bunlar. Ama elbette hepsine gideceğimi düşünmüş olamazsınız. Herkesin ilgi alanlarına göre öncelikleri farklıdır!

Ben de önümüzdeki 3-4 gün boyunca elimden geldiğince zamanı ekonomik kullanarak merak ettiklerime yetişmeyi planlıyorum.

Hele bir önce şu yeni hostelimi bulayım da!

Salzburg’da tanımadığım 3 erkekle kaldıktan sonra bu sefer sadece hanımlardan oluşan bir yer seçmem sizce de normal değil mi? Böylece iki durumu da karşılaştırmam mümkün olacak.

Koreli ev sahibim beni kapıda karşılayıp kayıt işlemlerimi tamamladıktan sonra dış kapı, oda kapısı ve kasamın şifrelerini teslim ediyor. Çok daha gelişmiş bir teknoloji ile karşılaşmak iç huzuru yaratıyor bende. Ahşap ranzamın üzerine çıkıp nevresimlerimi değiştirirken aklımdan geçen tam olarak şuydu?

Abi bana neden hep üst ranza çıkıyor? 😊

İsviçre’de de üstte kaldığımı hatırladım. Bu arada üstte olmayı seviyorum. Daha güvenli ve özgür gibi geliyor. İşte bir odada 4 kişi arasında ne kadar özgür olunursa… Hemen yanı başımda elektrik prizi ve önümde kapatılabilen perde olması da sınırları biraz daha belirginleştiriyor.

Oda, yerleşme ve kıyafet durumunu da hallettiğimize göre istikametimiz Belvedere Sarayı…

Hazır akşama biraz daha varken Savoy Prensi Eugen tarafından 1668-1745 seneleri arasında yaptırılan Belvedere Sarayını bir görelim. Göz kamaştıran barok stildeki iki parçadan oluşan sarayın yukarı tarafından girince bahçenin tertip ve düzenden ziyade geniş ve devasa oluşundan etkileniyorum en çok.

Ön tarafına geçince ise artan bu izafi büyüklük algım daha da bir etkileniyor. Havanın bulutlu ve her an yağacak gibi olması ise diğer ziyaretçileri azaltan en büyük şansım!

Keyifle ve huzurla dolaşıyorum 2. Dünya Savaşı’nın ardından Avusturya’ya özgürlüğünü veren anlaşmanın imzalandığı bu tarihi yeri. Son anda Bursa’dan gelen bir okul gezisine denk gelmekse enteresan!

Yürüyerek hostele döndüğümde ise uyumadan önce ilk işim 2 gün sonraya opera bileti almak oluyor. Hem de en çok bilinen o opera binasına. Hatta en önlerden. Sanırım 3 gecelik hostel fiyatından daha fazlasını ödüyorum 2 saatlik müzik dinletisi için. Ama ne dedik? Öncelikler… ve maceraperestlik… Aksiyon ve adrenalin tutkusunun yanı sıra sükûnet ve huzur arayışı, bambaşka bir karma!

Sabah başka bir sürprize uyanıyorum. Civarda market var mı diye sanal haritalardan arama yaparken hemen yanı başımızda bir Türk fırını ve onun hemen simetriğinde bir Türk marketi olduğunu öğrenmem çok ilginç değil mi? Avusturya’ya gelişimin 11. günü oluşundan mıdır nedir, özlemle saldırıyorum, simitlere, böreklere, poğaçalara, açmalara… Devamını tahmin ediyorsunuzdur.

Ondan sonra karnı tok gözü pek devam ediyorum şu Habsburg Hanedanı'nın yazlık sarayı olan meşhur Schönbrunn Sarayı'na. Viyana’nın en görkemli tarihi yapılarından biri olan bu yapı aynı zamanda UNESCO Dünya Mirası Listesinde de yer alıyor. Ama nasıl büyük, nasıl gösterişli!

Dün Belvedere için düşündüğüm izafi büyüklük algım bir anda değişiyor. Meğer erken karar vermişim. Burası 1441 odası, 45 İmparatorluk Dairesi, bahçeleri, hayvanat bahçesi ve Palm House yapısı ile çok daha görkemli.

Aslında ‘güzel çeşme’ veya ‘güzel bahar’ anlamına gelen Schönbrunn Sarayı, yanındaki tatlı bir su kaynağından bir kralın su içip çok beğenmesiyle 16. Yüzyılda önce av köşkü olarak inşa ediliyor. Daha sonraki yüzyılda da bu saraya çevriliyor. Ama en güzel ve en son haline ise elbette bir kadının eli ile kavuşuyor. 18. yüzyılda Habsburg Hanedanı’nı yöneten tek kraliçe olan Maria Theresia Schönbrunn Botanik Bahçesi’nin yapımının sona ermesini sağlıyor. Hem Maria Theresia hem de daha sonra gelen Kraliçe Elizabeth nam-ı diğer Sisi, bu sarayı yaz kış kullanmayı tercih ediyor.

Barok mimarisinin en güzel izlerini taşıyan bu sarayın sadece bahçelerini dolaşıp dışarısını görmeye karar veriyorum. Bir zamanlar festival alanı olarak da kullanılan ön tarafında çeşmelere ve mimariye hayran kalırken, arka tarafına dolaşıp muazzam peyzajı ve botaniği görünce inanılmaz şaşırıyorum.

Heykeller, ağaçlar ve çiçekler arasından yürüyüp uzakta bir kemer gibi görünen zafer takına benzeyen Gloriette’ye doğru ilerliyorum.

Ama yol uzadıkça uzuyor. Her an yağdı yağacak olan havanın nemi üzerime yapışıyor. İşte tam bu sırada Yunan mitolojisi temasıyla yapılmış ve Thetis’le oğlu Aşil’in hikâyelerinin anlatıldığı ünlü Neptün Çeşmesi çıkıyor karşıma.

Schönbrunn’e bakan ve elinde üçlü mızrağını tutan deniz tanrısı Neptün, yani Poseidon bana görsellik ve serinlik ikram ediyor.

Burada biraz dinlenip öyle devam ediyorum yoluma. Ama susuzluğum giderek artıyor. Tam Gloriette’ye yaklaşmışken daha fazla dayanamayacağımı anlayıp oradaki satıcıdan su alıyorum ki kraliçelere layık bir fiyat ödüyorum. 3.5 euro nedir ya? Ama ne diyoruz; mühim olan sağlık!

Elbette buraya kadar gelmişken ekstra ücrete tabi olan takın üzerine çıkma cüretini de gösteriyorum. Ve bir de bu yerden seyrediyorum Viyana’yı ve Sarayı.

Dakikalarca izliyorum öyle etrafı. Bir zamanlar kimselerin olmadığı doğanın bir parçası olan bu yerde doğal bir su kaynağının beğenilmesiyle gelinen son durum! En azından her şey zarif ve görmeye değer.

Eh kraliçelere layık su fiyatı öder de bir kraliçe gibi saraylarda çikolatalı pasta yiyemez miyiz? Onların deyişiyle sacher torte!

Dönüşte hafif çiseleyen yağmurda orman yolunu tercih ediyorum. Yürürken de düşünüyorum; tekrar gelirsem yarım gün değil bir tam gün ayırmam gerekecek. Hem kapalı serayı, hem labirenti hem de dünyanın en eski hayvanat bahçesini görmek için. Üstelik henüz sarayın içine de adımımızı atmış değilim.

Neyse o değil de tam böyle kararlar alırken gül bahçesi çıkmasın mı karşıma… O nasıl güzel renk öyle işte burası tam anlamıyla bir saray, gülsüz saray mı olur?

Çirkin ve Güzel masalına benzettim gülleri, renklerini, görüntülerini…şimdi karşıma eteğini tutarak bir prenses ya da uzun kılları ile çirkin bir canavar çıkacakmış hissi ile tamamladım Schönbrunn Sarayı’nı.

Nasıl büyüleyici, nasıl muhteşem… kesinlikle daha uzun bir süre ayrılarak tekrar gelinesi.

İnanılmaz etkilenerek ayrılıyorum bu görkemli saraydan. Sonra da tramvaya atlayıp soluğu şehrin en eski ve en kalabalık merkezinde alıyorum.

Karl kilisesinin önünde oturup dinlenirken bir de şahane bir piyano konserine denk geliyorum ki muazzam.

Karlsplatz denen bu alandan Operayı soluma alıp Viyana’nın en meşhur caddesi Kartner’de yürüyorum. İlk girdiğim dükkân, çikolatacı oluyor. Sarlzburgda alamadığım Mozart kügelinin peşindeyim. Tek tek alkollü alkolsüz tüm çeşitleri inceleyip beğendiğim bir iki tanesi ile çıkıyorum ama aklım orada kalıyor.

Çikolatalarımı yiye yiye devam ediyorum bu ünlü markaların olduğu kalabalık caddede ilerlemeye. Çok az yürüdükten sonra da o büyük katedral çıkıyor karşıma.

Tam içine girecektim ki midemden gelen o sesle bölündü planım. Ona kulak verip istikameti Figlmüllere çeviriyorum.

Saat henüz erken olduğundan korktuğum gibi uzun bir kuyruk yok bu dünyaca ünlü restoranın önünde. 2-3 dkda içeri alındıktan sonra o leziz kokuların dolaştığı ünlü restoranda şnitzelimi bekliyor olmak beni ayrıcalıklı hissettiriyor.

Bir kadeh rose şarap, enfes soslanmış et ve pek lezzetli salatam… bir şişe şarap ve çiçekle süslenip sıcak tonda aydınlatılmış beyaz örtülü şık masam! Keyfim öyle yerinde ki…

Hem gözüme hem mideme hitap eden bu yerden ayrılıp tekrar Aziz Stephan katedraline gelmek epey zor oluyor. Ama 1000 yıllık binanın içine girdiğimde mimari ve görüntü beni öyle etkiliyor ki ayaklarımı buraya sürüklediğime seviniyorum.

Hep yaptığım gibi bir mum alıp yakıyorum, dileklerimin eşliğinde. Belli mi olur? Allah’ın ya da evrenin bize ne zaman kulak vereceği hiç belli olmaz!

Bir umut ışığı olmalı her zaman!

Huşu içinde çıktığımda ise yönümü Demel pastanesine çeviriyorum.

Çok değil 1-2 kişi bekledikten sonra masama oturmuş oluyorum. İtina ile menüye bakarken arkadaşımın önerisi ile apfelstrudel söylüyorum. Diğer bir deyişle Elmalı turta ya da tatlı gibi bir şey.

Evet gelen şeyin görüntüsü müthiş ama tadı berbat. İnanılmaz iştahlı biri olan ben, içeriden gelen karamelize, bisküvi, çikolata ve şeker kokulara rağmen o tatlıyı yarıda bırakıyorum. İnanılır gibi değil. İçi sırf elma püresi üzerinde incecik bir yufka.

Avusturyalılar bu işi bıraksın kanımca; çok övdükleri çikolatalı pasta da çok kuru ve yağlı bir kremaya sahipti zaten. Açıkçası defalarca birçok tatlılarını yememe rağmen hiç sevemedim. Tatlı konusunda sınıfta kaldı buralar. Ama şnitzel efsane!

Bugünü Tuna nehri kenarında sonlandırmak üzere o yöne yürüyorum. Yanımdan at arabaları geçiyor. Üzerinde beyaz gömlek pantolon giymiş arabacıları olan minik faytonların içinde ya meraklı turistler görüyorum ya da kadehleri ellerinde kutlama yapan çiftler.

Akşamın o tatlı alacakaranlığı çökerken yanan sokak lambaları keyfimi daha da getiriyor. Hele nehir kenarına gelip merdivenlere oturduğumda karşılaştığım manzara müthiş. Parlement mavisi çökmeden hemen önceki çivit mavisi berrak bir gökyüzü, rengarenk ışıklar, birbirine karışan müzik sesleri ve sağımda solumda oturan gençler. Ah günün son saatini burada geçirmek harika bir fikir.

Dönüşte ise üç günlük aldığım toplu taşıma kartını kullanarak tramvay ile geliyorum hostelime. Otobüs, metro ve tramvayda kullanabilen bu kartla iki gündür pek rahat ediyorum doğrusu.

Dopdolu bir günün yorgunluğu ve ağzımda enfes tatlar ile uyuyorum.

Yeni güne uyandığımda beni heyecanlandıran iki güzel planım var bugün

  1. Freud’un evi

  2. Opera

Hiç vakit kaybetmeden ve orada burada oyalanmadan doğru doktorun evine. Çünkü Salzburg benim içim Mozartsa, Viyana da Freud demek oluyor!

Merdivenleri çıkarken inanılmaz heyecanlıyım. 4 yaşından 82 yaşına kadar yaşadığı bu şehri ayrı bir seviyorken şimdi de ömrünün büyük bir kısmını geçirdiği bu evi görecek olmak müthiş!

Girişte önce isimliği ve gözlükleri sonra da kitapları karşılıyor beni ünlü nöroloğun.

İlk girdiğim odada da eski halinin fotoğrafını görüp şu anki hali ile karşılaştırıyorum.

Ve aynı köşede psikianalistin oyun objeleri; iskambil kartları, satranç takımı ve domino taşları. Hepsi de zekâ oyunu! Bunlara dokunmuş olduğunu bilmek bile yetiyor bana.

Tüm evi gezip her odada aile fotoğrafları ve hakkında birçok bilgi olsa da aslında kişisel tüm mektup ve anılarını ölmeden önce yakmış olduğunu bilmek epey bir gizemli.

Yazdığı kitapların sergilendiği bir odada psikanalizin atası Freud’un tıbbi çantasını görmek bambaşka bir keyif ve merak.

Hele hastalarını dinlediği ve analizini yaptığı görüşme odasında bulunmak inanılmaz. O masa o koltuk o yatak…Üzerinden neredeyse 100 yıl geçmesine rağmen o kokuyu duymak o havayı teneffüs etmek, o an orada bulunmak işte. Keşke aynı odada bir zaman yolculuğuna çıkabilseydim…

Histeriye yaklaşımı konusunda belli bir zaman diliminde yandaş ve öğrenci bulamasa da bir zaman sonra keşfettiği bu yöntem, ülke çapını aşıp Avrupa’ya yayılıyor. İsviçre’de Freud Derneği kurulunca uzun yıllar yalnız kalıp üzerinde çalıştığı emeğinin karşılığını almaya başlıyor. Birçok yandaş doktorun yanı sıra, kongrelerde konferans bile vermeye başlıyor.

82 yaşına kadar yaşadığı bu evin krokisini ve eşyaların yerlerini ezberliyorum; 2-3 kez baştan sona dolaşarak. Onu, düşüncelerini ve hissettiklerini anlamaya çalışıyorum. Zaten Nazilerin işgali ile ayrıldığı bu evden 1 yıl sonra da 83 yaşında Londra'da ölüyor. Saatlerce zaman harcadığım meslektaşımın evinden ayrılırken alt kattaki kafeyi ve kırtasiyeyi ziyaret ediyorum son olarak. Bu kadar bilimsel çalışmayı gözden geçirip okuduktan sonra bir dilim ahududulu turtayı hak ettim sanırım. Hem de yanında bir kahve ile…

Bundan sonra daha bir serbest ve doğaçlama yürüyorum Viyana sokaklarında. İsteği yerine gelmiş küçük bir kız edasıyla hoplaya zıplaya.


Avusturya ile ilgili diğer iki yazıda da anlattığım gibi bu ülkede bisiklet yolları, temizlik ve düzen mükemmel!

Bunu her an hissediyorum. Öyle mutlu mesut yürürken Viyana Belediye Binası çıkıyor karşıma. Rathaus denilen bu binanın mimarisi de etkileyici doğrusu.

Sonra civardaki binaları inceleyerek laylaylom ilerlemeye devam. Bir ara parlemento binası önünden geçiyorum. Yahu her yer mi tarih, sanat kokar, her yer mi estetik?

Böyle hayran hayran düşünürken bir anda kendimi Maria Theresia platz ve anıtı önünde buluyorum. Diğer bir deyişle Museumsplatz ya da diğer adıyla Museumsquartier alanının hemen yanı başı. Yani irili ufaklı tam 12 müzenin bulunduğu alanın merkezindeki Maria Theresa anıtının önünde.

Modern sanat müzesi olan Leopold ve Mumok için girmeye heveslensem de bir dahaki sefere deyip erteliyorum. Bu arada isimleri müze olsa da içeriklerinde sergi, tiyatro ve festival da olan tam bir kültür merkezi. Biraz nefes alıp sokak sanatçılarından hoş melodiler dinledikten sonra yürümeye devam ediyorum.

Çok kısa bir süre sonra da Burggarten e geliyorum. Aslında eskiden saray bahçesi olan bu parkın adı Kaisergarten adıyla anılıyordu. Ancak 1919’da halka açılmasıyla monarşiden cumhuriyete geçişin ardından imparatorluk bağlantısını kaldırmak için birçok sokak ve yer adı böylece değişmiş oldu.

Bu yemyeşil dinlendirici bahçede benim en sevdiğim köşe elbette ki Mozart’ın heykeli ve önündeki pembe çiçeklerden yapılmış nota oluyor!

E eskiden saray bahçesinin önüne geldiysek mutlaka sarayını da görecektik ve işte karşımda Hobfurg İmparatorluk Sarayı.

Hem de hemen yanı başında koskoca canlı bir orkestra ile. Gözlerime ve kulaklarıma inanamıyorum. Bu şehrin her yerinden notalar yükseliyor, klasik müzik ve sanat fışkırıyor. Yine vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım bir zaman dilimi daha.

Ve bugün görmek istediğim iki minik detay için adımlarımı sıklaştırıyorum.

Bunlardan birincisi veba anıtı!

Graben caddesinde bulunan Veba Sütunu 1639 yılında Viyana’da yaşanan, ‘kara ölüm’ olarak bilinen veba salgınında ölenlerin anısına yapılmış. Hem tarihi bir olayı simgelemesi hem de sanat eseri olmasından dolayı turistlerin de ilgi odağı anıtı ben de uzun uzun seyrediyorum.

Ve daha hızlı adımlarla Türk güllesini bulmaya çalışıyorum. İlginç olan şu ki yol haritasının gösterdiği yere gelince hiçbir şey göremeyip birkaç tur attıktan sonra kafamı kaldırmamla mevzubahis objeyi görmem.

2. Viyana kuşatmasından Osmanlı’nın bombaladığı bu alanda kalan bir topun, bir zamanlar saray cephaneliği olan bu duvara simgesel olarak asılması da çok ilginç. İyi ki de tahrip olmamış, bozulmamış bunca tarih bunca sanat!

Ohooo bu heykel, şu anıt, bu mimari derken saat epey ilerlemiş. İyi ki şu şehir içi tramvaylar var. Şimdi hemen birine atlayıp hostele varmalı ve şık bir şeyler giyip hayatımda ilk kez gideceğim operaya hazırlanmalı. Of of… Heyecan heyecan…

Kısa sürede odama ulaşıyorum. Şöyle tatlı, kibar, şık bir elbise olmalı. Heh bu iyi. Saçımı da topuz yaptım mı, tamam bu iş!

Şu yaşıma kadar onca tiyatro, müzikal, sinema ama sıfır opera! Demek ki onun da zamanı bugün, şimdi, şu anmış!

Heyecanla iniyorum tramvaydan… işte karşımda Viyana Devlet Operası…

Kapı henüz açılmamış. İlk gelen benim.

Arkamda kuyruk uzamaya başladı ve evet görevli geliyor, kapıyı açıyor. Sakince herkes içeri giriyor, herhangi bir yığılma yok. Önce biletimi onaylatıyorum. Sonra orta çağ kostümleri giymiş hanım ve beylere yolumu soruyorum. Ve salona girdiğimde şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Ne müthiş bir atmosfer.

Daha önce de belirttiğim gibi 3 gecelik konaklama bedelinden daha fazlasını, hayatımın bu ilk deneyimi için ayırdım. Çünkü bazı durumlar özeldir ve tekrarı yoktur. Canım operammmmm.

Operayı sevdiğimi ya da seveceğimi, Amadeus müzikalinde daha net anlamıştım. O yüzden bu sabırsızlığım ve işte başlıyoruz. Maestro geliyor selam veriyor ve sahne…

Önce hafif hafif sakin bir giriş, mırıldanan yan flütler, vızıldayan kemanlar, ara ara katılan çellolar ve varlığını hissettiren obualar.

Giderek yükselen bir ahenk, heyecanlanan ritimler ve tempo…

İşte soprano da sahnede…

Allahım o ne güzel ses, o nasıl güzel aryalar, bu ne muhteşem yetenek…

Hele bu, ne şahane akustik…

Mozart’lar, Beethovenlar, Vivaldiler, Çaykovskiler havada uçuşuyor…

Notalar kulağımda çalınıyor, ruhumda dans ediyor…

Zamanın dışına taşmış bir samanyolunda ilerliyorum.

Işık ışık, rengarenk, pırıl pırıl bir pencere açılıyor önümde; baktıkça bakasım geliyor, dinledikçe dinleyesim…

Tadına doyamadığım iki saat nasıl geçiyor anlamıyorum…

Ayrılırken ayaklarım yere basmıyor, uçuyor adeta…

Resmen kanatlarım var ruhumda…

Baştaki listemde, gittiğim yerleri tikleyerek notumu da aldıktan sonra bu efsane gece ile hem Viyana'ya hem sizlere veda ediyorum...Gelecek macerada buluşmak dileğiyle…


Bölüm 2: Viyana'yı 2. kez 2023-2024 yılbaşında ziyaret ediyorum. Atladığım, fırsat bulamadığım yerleri bu sefer daha özenli ve yavaş geziyorum.

Tarih müzesi mesela... Efsane güzel, içinde kayboluyorum. 1 tam günümü alıyor resmen. Yazının başındaki listede adı geçmese de ben bayılıyorum.


Diğer yeni gezdiğim yerleri ise + işareti ile kodluyorum.



Özellikle yılbaşı gecesi arp dinletisi ve ertesi günkü termal kaplıca bende iz bırakanlar...

Bir de Karl Kilisinde opera dinletisi...Hepsi birbirinden değerli...

Prater bölgesindeki lunapark ve tarihi dönme dolabı da atlamayalım...

Her gittiğimde gezilecek keşfedilecek çok yer var diye düşünüyorum...










Son Yazılar

Hepsini Gör

2 Comments


Murat Fazıl Soyal
Murat Fazıl Soyal
Nov 01, 2022

Sonsuz Samanyolunda, minik bir gezegene düşmüş yıldız tozu, seyahat ediyor aslına doğru... Samanyolunda bir yıldız, yolculuk halınde bir yolcu, cebinde minik bir çalıktaşı...

Like
dr.nuraycaliskan
dr.nuraycaliskan
Nov 01, 2022
Replying to

Köklerimiz göçebe, ruhumuz gezgin… 🧚‍♀️

Like
bottom of page