top of page
Ara
Yazarın fotoğrafınuray çalışkan

Yanık ülke Kula, Peri bacaları ve Uşak

Güncelleme tarihi: 5 Eyl 2022

“Amannn burada da görülecek ne olabilir ki?” diye çıkmıştım yola. Olsa olsa bana sadece antrenman olur yürüyüş için. Kesinlikle böyle bir önyargı vardı kafamda, seyahatimin başında. Şimdi ise bu ahşap merdivenleri tırmandıkça yavaş yavaş farklı hissediyorum.

Nasıl yani ya? Bu geniş, uçsuz bucaksız yemyeşil coğrafyada, deve hörgücü gibi duran irili ufaklı çıkıntılar bir zamanlar hep yanardağ olup volkanik patlama şeklinde etrafa saçılıp öylece soğumuş mu yani? Tabi yüzbinlerce hatta milyonlarca yıl öncesinden bahsediyorum. Ne muazzam bir his, tarihteki kronolojiyi hissetmek!

Günümüze gelirsek bu volkanik arazi tarım cenneti oluyor zamanla. Çünkü asıl toprağı zenginleştirip daha verimli hale getiren işte bu soğumuş lavlar. Başımı çevirip manzaraya doğru bakmamla bunu doğrulamam bir oluyor. Doğanın yavaş yavaş canlanmaya başladığı bu güzelim bahar gününde gördüğüm yeşilin tonları beni çok mutlu ediyor.

Epey sonra da püskürmüş volkan kraterine bakmak geliyor aklıma. Ama aradığım o kırmızı sıcak lavlar çoktan toprak olmuş ve kaybolup gitmiş, geride hiç iz bırakmadan.

Tekrar çıkış noktasına indiğimde bu jeoparkın detaylarını inceliyorum. Bulunduğumuz yer Sandal Divlit Yanardağı; Türkiye’nin ilk ve tek “Avrupa ve UNESCO Jeoparkı” ilan edilen Kula Volkanik Jeoparkı’nda yer alan eşsiz güzellikteki volkan! Keşfedilmeyi bekleyen esrarengiz hazine.

Bu, kalem ucuna benzetildiği için divlit ismini alan yanardağın yanı sıra bir de aynı isimle anılan volkanik park var ki daha önce hiçbir yerde görmediğim farklı bir havası var.

Patlayan volkandan aşağıya doğru ağır ağır süzülen 1000 santigrat derecelik ateş rengi lavlar, sıcaklığına karşı koyamayan toprağı yakıp, taşları eritip geçmiş. Ve nedense bir zaman sonra durmaya karar vermiş. Durduğu noktada da öylece rengini ve ısısını kaybederek küle dönüşmüş.

Şimdi ise sobanın külünü oraya buraya atmışız gibi duran bu kapkara taş molozlar, ürkütücü olduğu kadar gizemli de görünüyor. İşte bu nedenledir ki coğrafyanın babası Amasyalı Strabon, yaklaşık 2000 yıl önce burayı keşfettiğinde kara kuru olan bu topraklara “Katakekaumene-Yanık Ülke" adını vermiştir ünlü "Geographika" adlı eserinde.

İlki, bir milyon yıl, ikincisi yüzbinlerce yıl önce olan bu bölgedeki yanardağ patlamalarının sonuncusu da on iki bin yıl öncesine tekabül ediyor. Her volkanik püskürme sonrası soğuyan ve yeryüzüne karışan mineral depoları, o bölgenin toprağını zenginleşmesine ve daha verimli hale gelmesine sebep olmuş. Strabon’un da özellikle vurguladığı bu bölgedeki üzüm bağlarının ve onlardan elde edilen şarapların Toskana bölgesindeki ürünlerden farklı olmadığının asıl sebebi bu işte!

Üstelik sönmüş bu lavların civarında eski taş devrinde yaşayan insanlara ait ayak izlerinin de bulunması o dönemde yani yaklaşık 15.000 yıl önce burada bir yaşamın olduğunun da kanıtı. Geriye sadece keşfetmek kalıyor.

Edindiğim bu sevindirici ve yeni bilgiyle öğlen yemeğine daha keyifli oturuyorum. Üzerinde dumanı tüte tüte gelmiş o enfes güveçte oğlağa haksızlık etmeyip onu oyalamıyorum. Bir çırpıda hak ettiği yere kavuşturuyorum.

Üzerine de yine oraya mahsus olduğu söylenilen hatta üzerine bir de hikâye anlatılan höşmerim adlı tatlıyı kaşıklıyorum ve dinliyorum.

Bir gün fakir bir ailenin kocası askerden gelecektir. Kadıncağız eşini memnun etmek için çırpınırken tatlı yapmak ister. Ama elinde bol bol malzeme olmadığı için elindeki süt, peynir, azıcık un ve tereyağı ile bir karışım yapıp verir fırına. Kocası geldiğinde de tatlısını yerken sık sık ona ‘Hoş mu erim?’ diye sorup durur. Anlayacağınız ‘hoş mu erim?’ olmuş ‘Höşmerim’! Hem hikayesini hem tadını çok sevdiğim tatlının bir de tepsideki halini görmek istiyorum.

Bundan sonra, 1496 yılında inşa edilip o günden bugüne minaresi eğik diye defalarca tamir edilen, adını da kurşun kaplamadan alan Kurşunlu Camii var sırada.

Eğik diye ne diye tamir edilir ki? Pisa kulesi gibi işte. Bırakalım da öyle kalsın.

Hemen yakınındaki Beş Ulalı Çukur Çeşme’nin hikayesi ise çok ilginç. Kasabada birçok yerde olan bu çukur çeşmeler modernleşme adı altında kapatılmış. Ancak daha sonra tarihi değeri anlaşılıp sadece bir tanesi tekrar açılarak ziyaretçilerin görmesi sağlanmış. Ve niçin çukur olduğuna gelirsek; zamanın hanımları gerek çamaşır yıkamaya gerek de su almaya gelip eğildiklerinde yoldan geçen erkekler görmesin ya da rahatsızlık vermesin diye. Bir tarafı merdivenli olan bu tarihi eserin bir tarafı da hayvanların rahatça inip su içebileceği şekilde inşa edilmiş. Ne hoş bir düşünce!

Bundan sonra istikamet Kula Evleri. Sıkışık düzeni ve kullanılan isimlere bakılınca (Demircikapı, seferkapı) bu evlerin kaleiçinde olduğunu söylemek mümkün. Tarihi 18. Yüzyıla dayanan bu evlerin tipi, karakteristik Türk Evi şeklinde. Üst katların sokağa açılan cumbalı ve saçaklı halleri, zaten bir eşek yükünün geçebileceği dar olan sokakları daha da daraltmakta ve çatıları da sokağı örtmekte.

Beyler evine girerken bir hayli şaşkın ve merak içindeyim.

İki kanatlı kocaman sokak kapısından girip avluya geçince karşılaştığım aydınlık ve ferah manzara içimi ısıtıyor. Gıcırdayan ahşap merdivenleri çıkıp üst kattaki hayata gelince durup bakıyorum uzun uzun.

Yine ahşapla yükseltilen sofada işlemeli beyaz dantel geçirilmiş yastık ve minderden oluşan mobilyanın sadeliği beni hüzünlendiriyor. O zamanki azlık değil, asıl şimdiki bolluk beni böylesine melankoli yapan. Oturma odalarından birine girince sokağı bütünüyle gören o sakin ve huzurlu pencere kenarına oturuyorum.

İşte o zaman oraya ait bir başka hikâye gelir aklıma. Gençler sevdalanıp erkek, evlenme teklif etmek istediğinde elinde bir narla gelip gelinlik kıza verirmiş. Genç kızın da cevabı olumlu ise bu narı alır ve yere atarmış. Hanelerinin nar taneleri kadar bol, bereketli ve çok çocuklarının olması için. Ondandır ki ‘Şu gelen yar olaydı, elindeki nar olaydı...’ türkü sözleri çok daha anlamlı geliyor şimdi camdan dışarıya bakarken. Hatta sokak öyle net görünüyor ki elinde narı olan bir genç sokağın başında görünse burada oturan genç kız onu hemen görebilir. Onların hangi hülyaları, heyecanları yaşadığını düşünerek ayrılıyorum bu tarihi eserden.

Kula evleri içinde bir de çatıları öpüşen bir ev ikilisi var. Ama orada da zarif bir düşünce var. Her iki evin salonlarının sokağa bakan pencereleri asla birbirini görmeyecek şekilde çapraz yapılmış.

Mardin’deki evleri hatırlattı bana bu haliyle. Birbirlerinin manzarasını engellemeyecek şekilde inşa edilmiş olmalarını… Bu nezaket ve hoşgörü beni fazlasıyla keyiflendiriyor.

Bundan sonra son semerci olduğunu öğrendiğim yaşlı amcadan bir oklava satın alıp eşiyle beraber iki eski insanın bir fotoğrafını da alarak bu ‘Anıt Kent’ten ayrılıyorum. Tarihi dokusunu olduğu gibi koruyan bu minik şehrin daha uzun yıllara taşınmasını diliyorum.

Kula’ya 16 km uzaklıktaki Ege’nin Kula peri bacalarını görmek var sırada. Şiddetli yağmur ve rüzgarla oluşan bu enteresan yapı beni Kapadokya’da da şaşırtmayı başarmıştı. Burada da aynı etkisini koruyor.

Gediz nehrinin 11 defa yatak değiştirdiği bu enteresan coğrafik bölgenin rengi aslında tam da kula rengi; yani sarı-kahverengi arası. Muhtemelen bu bölge adını da bu renkten almış olmalı. Kamp yapmanın da serbest ve üstelik girişinin de ücretsiz olduğunu öğrendiğim bu alanda günün son ışıklarını yüzümde hissetmek epey keyifli oluyor.

Bu yeni bilgiler ve hisler ışığında çok daha huzurlu bir uyku çekiyorum o gece. Sabaha beni bekleyen sürprizden habersiz.

Ertesi sabah Uşak ilindeyiz. Ve dünyanın ikinci büyük kanyonu olan Ulubey Kanyonundaki cam terasta alıyoruz soluğu (Birincisi ABD’nin Arizona eyaletinde). Yani işte asıl sürpriz de o ya; benim soluğum kesiliyor ne alması!

Oldum olası yüksekliği severdim oysa. Lunaparktaki gondolların en ucuna oturur, ellerimi de havaya kaldırarak yukarı savrulduğumda gökyüzüne değmeye çalışırdım. Şu an ne değişti de kalınlığı 30 mm olan bu cam terasın üzerinde duramıyorum bile. Bir adım dahi ilerleyemediğim, herkesin rahatça dolaşıp etrafı izlediği hatta sohbet ettiği bu alana şaşkınlıkla bakıyorum. Demek ki tıpkı söylendiği ve bilindiği gibiymiş; aslında her yeni yere olan yolculuk kendimizin bilmediğimiz yönünü keşfetmektir. Ve işte şurada yükseklik problemi yaşadığımı sandığım şu dar alanda tam olarak şüphe duyduğum durum, cam terasın sağlamlığı. Biraz düşününce burada hissettiğim yükseklik korkusu değil güven sorunu! Ama her şeye rağmen, çığlıklar ve titremeler eşliğinde oturup geri geri süründüğüm bu sırça kemerde benim de artistik bir pozum oluyor.

İki kişinin desteği ile hızlıca taş zemine dönmeyi de başarıyorum. Ohh benden mutlusu yok. Benden korkağı da… Neden herkes bu kadar rahat? Onu da anlamıyorum…

UŞAK Müzesine girerken aklım hala bu cam terastaydı.

Ta ki içeri girip Karun Hazineleri yazısını okuyuncaya kadar.

1960 ‘lı yıllarda bu bölgedeki üç farklı tümülüsten hazineciler tarafından gizlice çıkarılıp satılan bu hazineleri, uluslararası mahkemelerle yüksek meblağalar ödenerek 1993 yılında Amerika’dan geri alınmış. 1996 yılında da müzede sergilenmeye başlanmış.

Milattan önce 500-600 yıllarda yaşayan Lidya Kralı Krezüs yani orta doğuda biline adıyla Karun’un çok zengin olduğu biliniyor. Hatta mitolojik bir hikâyeye göre Tanrıya yalvararak daha da zengin olmak isteyen bu kralın her tutuğunun altın olmasından ötürü kimseye sarılamadan acı içinde öldüğü de söyleniyor. Bazı kaynaklara göre Firavunun veziri ve Hz. Musa’ya karşı olanlardandır da. Ama Karun ismi açık ve net olarak, Efsanelerde, Tevrat’ta, Kuran’ı Kerim’de ve Halk edebiyatında geçmekte. Karun kadar zengin olma deyimini oluşturuncaya kadar varlığı olan bu adamın gelir kaynağı Tmolos (Bozdağlar) dağlarından çıkan ve Hermos (Gediz) nehrine karışan Sart deresinin alüvyonları içerisindeki altındır. Ve bu altından yapılan envai çeşit takı, mutfak eşyası ve biblolar.

Dünyanın en pahalı broşunu seyrederken aklımdan geçenler tam olarak bunlar. Bu altın deniz atı broşunun 2500 yıllık olduğunu düşünmekten ziyade o ince minicik detayları hangi teknoloji ile yaptıklarını düşünüyorum. Belki de zenginlikten kastedilen maddi varlık değildi? Belki ileri teknoloji bilgisiydi? Kim bilir?

Bu kadar görkemli hazinenin müzeye yalnız %10’nu sığdırılabilmiş ve türlü zorluklarla toparlanıp sergilenmeye başlanmış olmasına rağmen beklenen ilgiyi görmemesi beni ziyadesiyle üzüyor. Lidyalıların zenginliğini, ilk parayı, yaşam tarzlarını ve o dönemin kumaş, kök boyalarının tanıtan bu eser fazlasıyla daha büyük alakayı hak ediyor.

Bundan sonra da ilk şeker fabrikası, ilk sokak aydınlatması ve benzeri ilklerin sergilendiği bir başka yer olan Uşak Kent Tarihi Müzesinde benim asıl dikkatimi çekense ünlü uşak halıları.

Ve bu halıların tema olarak kullanıldığı 15.,16.,17. ve 18. Yüzyıllarda Avrupalı ünlü ressamlara ait resimlerin reprodüksiyonları. Önlerinde durarak onları uzun uzun ve tek tek inceliyorum. Bizim uşak halısına bak sen, ne sanat eserlerine konu olmuş!

Daha bu mevzu ile ilgili şaşkınlıktan ağzımı kapatamamışken de bambaşka bir doğa harikasına geliyorum. Su, rüzgâr ve tektonik hareketler sonucu oluşmuş muhteşem bir vadi; Taşyaran Vadisi.

Gediz nehrinin taşları yararak, taşıdığı çakıllarla aşındırarak, fay hatları kırılarak meydana gelen bu çok özel, girintili çıkıntılı, dantelimsi oluşum ressamlara ve heykeltıraşlara ilham verecek güzellikte. Böyle ilginç ve sıra dışı yerlerde her zaman yapmayı sevdiğim şekilde oturup, anın tadını çıkarıyorum az da olsa. Gözlerimi kapatıp aidiyet hissi ile orada kaybolmak niyetim. Sahip olmak değil ki asıl kadim sır, biraz içine sızıp ait olmak…

İnanılmaz huzur duyduğum bu keyifli anın sonunda doğanın fısıltıları eşliğinde vardığım farkındalık ise şu oluyor; göçebelik ve yerleşiklik kavramlarının çok ötesinde kendi tabiatını keşfedip oraya yerleşen insan, mutluluğun sırrını da çözmüş oluyor… Başka rotalarda görüşmek dileğiyle efenim…

Son Yazılar

Hepsini Gör

4 Comments


Hüseyin Erdogan
Hüseyin Erdogan
Jun 06, 2021

Eğer bir yeri gezip görmek istiyorsanız, önce Sevgili yazarımız Nuray'ın yazısını okuyun, fotoğraflarına bakın. Bu yeterli olur, belki de gitmezsiniz. Masraftan kurtulursunuz 😀. Yazı çok akıcı okurken sohbet ediyoruz gibi geliyor. Ellerine gözüne sağlık Nuray hocam 😀🙋‍♂️

Like
dr.nuraycaliskan
dr.nuraycaliskan
Jun 06, 2021
Replying to

Çok teşekkür ederim Hüseyin Bey 😊 Yorumunuzu okurken gülümsedim ☺️

Like

Fovi Fotoğraf
Fovi Fotoğraf
Jun 06, 2021

İnsan bir daha gezmek istiyor yazınızı okuyunca . Sevgili göçmen kızı.

Like
dr.nuraycaliskan
dr.nuraycaliskan
Jun 06, 2021
Replying to

Çok teşekkür ederim :) güzel bir yolculuktu.

Like
bottom of page