İki minik köy; zeytin, kekik ve çam kokusu eşliğinde iki sevimli cennet…
Taş evleri, arnavut kaldırımları ile Gökçeada’nın köylerini andıran bu iki oksijen deposu, tıpkı adadaki gibi bir zamanlar hem Türklere hem Rumlara ev sahipliği yapan yerleşim alanlarından.
Mübadele ile gelen Girit ve Midilli’deki Türkler, baştan köyü sahiplense de onlar da zamanla buraları terk edince, 1980 yıllarında İstanbul’dan, Kaz Dağları’nı gezmek için gelen bir grup yazar çizer arkadaş tarafından kurtarılıp bugünkü halini alıyor. Günümüzde tek bir çivi bile çakmanın yasak olduğu masal köy...
Ben mi?
Ben hikâyeye 13 yıl öncesinde dahil oluyorum aslında. İlk kez o zaman görüp keşfettiğim bu iki, estetik, tarihi yerleri aileme de tanıtmak istiyorum bu sefer.
Assos’ta bir tiny house’da (E moda ismi bu şimdi, küçük ev mi diyelim?) konaklarken, hazır bu kadar da yolumuz yakınken aniden gelen bir ilhamla “Haydi kalkın, gidiyoruz!” diyorum ve atlıyoruz Kırmızı’ya.
İlk hedefimiz Yeşilyurt Köyü!
Assos, Çanakkale, Gökçeada ve Bozcaada yazılarından da bilirsiniz ki bir Çanakkale aşığıyım ben. Anlat anlat bitiremediğim bu sevdaya yeni yazıyı eklemeden duramıyorum.
İşte demem o ki Assos’taki Kadırga Koyu’ndan 25 km yani yarım saatlik, bir yanımız deniz bir yanımız zeytin ağaçları olan tek şeritli eğlenceli yolu bir çırpıda alıyoruz. Daha köyün girişinden başlayan yenilenmiş taş evler, butik oteller heyecanımızı arttırıyor.
Hemen en yakın yere park ettiğimiz aracımızdan inip köyü keşfe dalıyoruz ki ne görelim?
Çiçekli tuvalet pek meşhurmuş meğer! Klasik müzik eşliğinde ünlülerin tablolarının yer aldığı bu umumi yer şaşırtıyor beni.
Sonra çok değil birkaç adım ileride renk renk sardunyalı bir bahçe, bir havuz ve yine sarı taştan bir konak, pembe-mor begonvillerle bezenmiş halde gülümsüyor karşıki dağa ve uzaktan silüeti görünen mavi denize.
Yolun bittiği yerden geri dönüp meydandaki yerel ürünler satan bir dükkâna dalıyoruz. Yöresel zeytinler, reçeller, salçalar ve bitkiler olsa da raflarda, ben en çok hünnap kurusunda takılı kalıyorum. Yaşını çok sevmediğim bu meyvenin kurusu da ne leziz oluyormuş böyle?
Oradan biraz daha yukarılara doğru ilerledikçe özenle boyanmış eskitme kapılı evler, rengarenk iskemle ve bol bol çiçekler görüyorum. Daracık sokaklarında biraz dolaşınca etrafı saran çam kokusunu hissetmemek mümkün değil. E tabi boşa değil Türkiye’nin oksijen seviyesi en yüksek dünyanın ise 2. yeri olması…
Vakit ikindi vakti… Aç deseeekkk, aç değiliz!
Tok deseeekkk, tok değiliz. Ama buraya kadar gelip yöresel bir tat tadılmaz mı?
Adı mı ne?
Manlama…
Yani kıymalı gözleme üzerine sarımsaklı yoğurt ve salçalı sos…
Güneşin o sıcacık ellerini üzerimizden çektiği şu hoş dakikalarda köy meydanındaki manlamamızı el birliği ile yerken oğlumun, annemin ve babamın aynı masanın etrafında oturduğunu, gülümsediğini, keyif aldığını görmek, varlıklarını hissetmek, onlarca kez arttırıyor damağımdaki lezzeti. Kim bilir belki sevdiklerimle yiyorum diye çok leziz ve unutulmaz bir tat gibi geliyor bana?
Sonra da kırmızı kapılı, davetkar bir edası olan havalı bir butik otel görüyorum tam arabamıza binmeden önce.
Etrafı bolca yeşille kaplı olan bu şirin girişin yanında bir de kırmızı döşekli beyaz bir sedir, beni alıp çocukluğuma götürüyor…
Sıradaki rotamıza gidene kadar çıkmıyor aklımdan.
Tekrar Küçükkuyu’ya inip farklı bir sapaktan bu sefer de Adatepe köyüne gidiyoruz. Bir yanı uçurum olan yolu son derece dikkatli çıkıyoruz. Çıkıyoruz çıkmasına da hep es geçtiğim şu Zeus Altar’ını görme zamanı geldi diye düşünüyorum. Köye girmeden 100 metre geride, yazıları silinmek üzere olan eski bir tabelanın önünde durup yine tabana kuvvet ilerliyoruz.
Ah işte o yol, en tatlı maceralardan biri. Boy boy, genç yaşlı birçok çam ağacının olduğu toprak yol hem eğlenceli hem çok merak uyandıran. Sonunda bizi neyin beklediğini bilmeden heyecanla atıyoruz adımlarımızı. Yaklaşık 15-20 dakikalık yolun sonunda ise taş merdivenleri çıkınca tüm Edremit Körfezi seriliyor ayaklarımızın altına.
Göz alabildiğine mavi…
Ama nasıl mavi?
Gök mavisi ile başlayan ton, Midilli adasının üzerinde çelik mavisine, sonra kobalt mavisine oradan da denizin safir mavisine dönüşüyor…
Ya sonra?
Sonra ise sahildeki Küçükkuyu kasabasına dahi sızmış çeşit çeşit yeşil…
Efsane bir güzellik, muhteşem bir manzara…
E tabi ya “Tanrıların ve İnsanların Babası" Yunan mitolojisine göre en güçlü ve önemli tanrısı olan Zeus boşuna burada bu İda dağında yaşayıp Truva savaşını buradan izlemedi?
Kazdağları'nın bu uç noktasında, tüm körfeze hâkim enfes görüntüde nasıl olur da kurban verilir? Altar; diğer adıyla sunak olan bu yer, ölümle hayatın kesiştiği, başlangıçla sonun buluştuğu, iyilikle kötülüğün kaynaştığı sıradışı bir yer olarak kazınıyor hafızama.
Bir de canım yol arkadaşımla en sevdiğim hatıra olarak...
Zıtlıklar harmanı...
Ve sırada Adatepe köyü…
Dağlardan gelen yaban mersinlerinin, keçiboynuzlarının, taze limon kekiklerinin ve adaçayının kokusu, Ege'den gelen meltemle harmanlanır ve bu köyde demlenir.
Yeşilyurt’un benzer bir havası ve görünümü olan bu şirin köyün meydanında dondurma yemeden olmaz. En meşhuru otlu dondurma olsa da biz yaban mersinini tercih ediyoruz.
Aile boyu dondurma keyfi de yaptıktan sonra meydandaki köy kadınlarının sattığı ürünlere göz gezdirirken çam tozu tercihimiz oluyor. Balla karıştırılıp yenildiğinde astıma daha doğrusu akciğer hastalıklarına iyi geldiğini öğrenip çam kozalağı reçelinden sonra neden olmasın deyip alıyoruz elbette!
Bu köyde bir de Taş Mektep diye eski bir okul var ki felsefeden sanat tarihine, edebiyattan tarihe birçok konuda bir fikir üretim alanı. Kurucuları arasında akademisyenlerden, sanatçılara ağır toplar yer alıyor. Ziyareti hak eden yerlerden.
Bu arada yardımlaşma usulü ile temizlenen köyün tertemiz oluşu başka bir çekici konu ki her yer pırıl pırıl görünüyor.
Ve dönüş yolu…
Yukarı çıkarken görmediğim tehlikeli uçurum ve korumasız aksiyon şeridi, aşağı inerken zaten daracık olan alanda karşıdan bir arabanın gelişi ile iyice şenleniyor. Ha uçtuk ha uçacağız diye endişe ve merakla arkada oturan babacığımın yüreği, elime telefon alıp hem araba kullanıp hem video çekmeye başladığımda ise kesin ağzına geliyor. Gelmesine geliyor de hiç renk vermiyor doğrusu. Şen kahkahaları, bitmeyen hikayeleri ve detaycı kişiliği ile güzel adam vesselam!
Küçükkuyu, denizden gelen tehlikelerden korunmak için denizi görmeyecek şekilde kurulmuş Adatepe köyünün limana inmiş halidir aslında. Her ne kadar sonradan inşa edilse de daha çok ilgi görüp büyümüş minik bir Ege kasabası halini alıp beni de sevenlerine katıyor.
Gün batımına doğru rıhtımındaki meyhanelerde babacığımla kalamar, karides ve rakı olsa da hayalimiz, beklemedik enflasyon ve bu fahiş fiyatlar karşısında gerçekleşmeden leziz bir hayal olmaya devam ediyor.
Hem hayal etmek başarmanın yarısıdır mı desek? Yoksa hayal etmek, gerçek olmasından daha tatlıdır mı desek? Ne desek de teselli olsak bilemiyorum. Ama bildiğim şu ki güzelim ailemle efsane Çanakkale’nin bu olağanüstü güzellikteki iki yeni yerini daha ziyaret etmiş oluyoruz. Sizler de bu civara gelirseniz görmeniz gerekenleri özetlersek:
1. Yeşilyurt Köyü
2. Adatepe Köyü
3. Zeus Altarı
4. Taş Mektep
5. Küçükkuyu
6. Zeytin Müzesi
7. Assos
8. Behram
10. Kadırga Koyu
Belki görmek için bir güne sığdırılacak olan ama hissetmek için bir ömre yayılan bu gezi noktalarını tamamlarken yeni bir rotada buluşmak üzere sizlere veda ediyorum…
😍
bu yazı da çok güzel yine. Sıcacık. Fotoğraflar müthiş. Nuray hanım.
Güzel yurdumuzun bu nadide köşesinde bulunan, büyüdüğünüz şehrin iki şirin köyünü daha tutkulu bir sevdayla dile getirmişsiniz, eşsiz, size özel yeteneklerizle anlatımınız sayesinde bizlerde bir başka tanıyoruz gezdiğiniz yöreleri elinize, gönlünüze sağlık 🙏👏👏👏